DİN ANLAYIŞIMIZDAKİ SORUNLAR

Bir önceki yazımızda insanın inanma ihtiyacı ve dinin lüzumu üzerinde durmuştuk. Bugün artık 21.yüzyılda apaçık görülmektedir ki tek başına madde insan ve toplumların huzur ve refahı için yeterli değildir. Birey olarak insan ve onun ruh dünyası mana ikliminde inşa edilmez ve değer yargıları ile donanımlı hale getirilmezse bireysel gibi görülen sorunlar büyüyerek tüm toplumu sarar ve kangrene dönüşür.

Dinin lüzumu ve inancın insan için gerekliliği kadar, dindarlık ve inanmanın şekli, içeriği de bir o kadar önem taşımaktadır. Zira bu konu doğru zeminde sağlam ve bilimsel veriler ışığında değerlendirilmezse, önce cepheleşme, arkasından da temel hastalığımız ötekileştirme başlayacak ve toplum kamplara bölünecektir. Hâlbuki özü itibariyle inanma ihtiyacı içerisinde olan insan fıtratının, normal şartlarda ve doğru zeminlerde dinin karşısında cephe alması beklenilen bir durum değildir.

Din konusunda sağlıklı netice için üç husus çok önemlidir.

1.Doğru İnanç            2.Doğru Bilgi             3.Doğru Davranış

Bu yazımızda işte biz bireysel ve toplumsal olarak ülke insanımızın ve hatta tüm Müslümanların inanışında ve dindarlığında bize göre gördüğümüz aksaklıkları dile getireceğiz.

İnancın doğru olması, dinde referans alınan kaynakların sağlam dini tabirle sahih olmasına bağlıdır. İslam inancının ise iki temel kaynağı vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim, diğeri ise Peygamberimizin sahih sünnetidir. Hal böyle iken İslam toplumları bu iki temel referansı anlama ve yaşamada hem metodolojik, hem de epistemolojik yanlışlara ve çelişkilere düşmüştür. Dinin kaynağını anlama ve yaşamada sorunlar yaşayan İslam toplumları özellikle 20.ve 21.yy.da medeniyet dinamiklerinin mana boyutunda çelişkiler, çöküşler ve şekilciliğin hâkim olduğu yüzeyselliklerden kendini kurtaramamıştır. Bu sebeple samimi dindarlığın yerini şekilci, yüzeysel ve ruhsuz dindarımsı görüntüler almıştır. Allah rızası için yapılması gereken ibadetler, âdet haline gelmiş, özünü ve ruhunu kaybetmiştir. Şekilcilik ön plana çıkmış, gösteriş merakı alıp başını gitmiştir. Öz yerine söz Müslümanlıkta hâkim olmuş, bu durum ise İslam’ın vadettiği erdemli toplum yapısının ortaya çıkmasına engel olmuştur. Sonuçta toplumda “yapmadığını söyleyen” birey sayısı artmıştır. Gösteriş ise ibadetlerdeki, tavır ve davranışlardaki ruh derinliğini esir almış, hep söyleyip, ama dediklerini yapmayan çelişkili insan tipleri oldukça artmıştır.

İslam toplumlarının diğer bir sorunu ise dini kendi öz kaynaklarından alma, anlama ve yaşamak yerine, araya aracı kurumları ve kişileri almış olmasıdır. Dinde en önemli model “üsve-i hasene” peygamberimiz olduğu halde araya giren sahte din adamları ve âlim görüntüsü veren kişiler Müslüman bireyin önce iradesini, arkasından tüm benliğini esir almıştır. İlimden ve doğru bilgiden yoksun olan bu kişiler Müslüman bireyleri adeta mantarlaştırmış; düşünmeyen, muhakeme etmeyen robotlar haline dönüştürmüştür. İradesini ve zihni refleksini de kaybeden bu tip Müslümanlar, bilgiyi de hayatlarından dışladıkları için, doğru dini inanç ve bilginin yerini hurafeler almıştır. İşte bu sebeple dinamik olması gereken dini hayat, özü kaybetmeden çağın yeni sorunlarına çözümler üretmekte yetersiz kalmış ve kendini yenileyememiştir. Halbu ki çağın bireysel ve toplumsal sorunlarına çözümler üretmek, asil olan dini gelenekten kopmak değildir. Zira bizim dinimiz evrenseldir ve kıyamete kadar baki kalacaktır. Burada şu hususu da belirtmek isterim. Toplumların doğru dini bilgiyi edinmesinde gerçek manada rol alan Peygamber varisi din âlimleri sözümüzün dışındadır.

Dini hayatta ve din ilimlerinde geri kalan, kendini yenileyemeyen, Kuran-ı Kerimi anlamak ve yaşamak için değil, ölüler için, onların arkasından okumak için bir araç haline getiren Müslüman toplumları bu sebeple günlük karşılaştıkları bireysel ve toplumsal sorunlara dinin öz kaynaklarından çözüm üretmekte aciz kalmışlardır. Bu acziyet elbette dinimize bir zarar vermez, fakat kaybeden Müslüman toplumlar olmuştur.

            Kendi öz kaynaklarında özünü kaybeden Müslüman camianın diğer bir sorunu ise, medeniyet değerlerinden, tarihinden ve kültüründen tam haberdar olmadığı için, Batı medeniyeti karşısında gereksiz bir komplekse girmiş ve bunun arkasından bilinçsiz batılılaşma hastalığı nüksetmiştir. Hal bu ki kendi tarihi geçmişine ve medeniyet değerlerine bakmış olsaydı hem din ilimlerinde hem de pozitif ilimlerde dünya çapında yetişmiş Müslüman bilim adamlarını görecekti. Tarihinden ve mazisinden habersiz Müslüman toplumlar tüm bunların sonucunda batı medeniyetinin ilmini ve bilimsel gelişmelerini almak yerine onların yaşam tarzını koşulsuz körü körüne taklit etme hastalığına yakalanmıştır. İşte tüm bu anlatılanlardan dolayı İslam toplumları hem maddi hem de manevi kanadını kaybettiği için, çöküş içerisine girmiştir.

            Sonuç olarak İslam toplumları bir an önce kendi tarihini ve kültürünü medeniyet değerlerini diriltmeli, bilimsel gelişmeler nerde varsa almalı, değişen dünya şartlarını iyi okumalı, nesillerine yatırım yapıp milli ve manevi değerlerine sahip çıkmalı, dini kendi öz kaynağından doğru bir şekilde almalı, dini ilimlerin yanında pozitif ilimlere de aynı önemi vermelidir. İhtiyaç duyduğumuz hakikatler kendi medeniyetimizde ve tarihi geçmişimizde mevcuttur. Bu mevcudiyet ise bizleri gelişen dünya şartlarına kayıtsız kılmamalıdır.