Uzun süredir sabahları aslında biraz da yüksek sesle Michael Jackson’un ‘They Don’t Care About Us’ şarkısını dinleyerek gidiyorum işe. ‘Hoca uyanmaya çalışıyor’ zannederler ancak sabah motivasyonudur aslında yaptığım. Neden nereye kim için gittiğimi hatırlamak ve günün sonuna kadar aynı motivasyonla aslında çok da sevmediğim işimi yapmak için. Mesleği sevip sevmeme durumum başka bir yazının konusu olabilir ama özetle; yanlış zamanda hekimlik yaptığımı düşünenlerdenim.
Yazının gelişme bölümüne geçmeden birkaç hususu okuyucuya iletmem gerekir ki anlamda boşluklar oluşmasın. Uzun bir süredir çoğunlukla aile sağlığı merkezleri devlet tarafından açılmamaktadır. Eski sağlık ocağı sisteminde yer alan sağlık ocağı binaları aile hekimlerine kiralanmış, artan nüfusun ihtiyacı olan binaların aile hekimlerince açılması yoluna başvurulmuştur. Yani aile hekimleri özellikle ‘sıfır’ nüfus merkezler ve birimler için kendilerine bina satın almak veya kiralamak, bu binaları sağlık hizmetine hazırlamak ve tıbbi ihtiyaçlar çerçevesinde eksiksiz donatmak zorundadır. Bu hazırlık, donatma ve hazırlama süreci için devletin ayırdığı bir bütçe söz konusu değildir. Bakanlığın ilgili birimlerince standartlara uygun olup olmadığı değerlendirilip hizmete açılmasına müsaade edildikten sonra hekimlere aylık (kira, faturalar, sarf malzemesi, bakım onarım, vs) giderleri için maaşlarına ek bir bedel ödenmektedir. Yani ilk gerçekleşen harcamalar hekim için yatırım niteliğindedir ve geri ödeme kapsamında değildir.
İki yıl önce şartları oldukça zorlayarak ve sonradan bir hekim arkadaşımın da katılımıyla 3 hekim kapasiteli (ama şimdilik 2 hekim çalışmaktadır) bir aile sağlığı merkezi açtım. Sağlık merkezi ilçenin sosyoekonomik seviyesi en düşük mahallerinin olduğu bölgede. Açarken ihtiyaçları geçiştirmemeye, kullanılan eşya ve donanımın kalitesine ve bina iç tasarımının insana yakışır estetik ve nitelikte olmasına özen gösterildi. Ve hatta sırf gösterilen özeni ifade etmek için vurguluyorum; iç tasarımını uluslararası çalışan çok nitelikli bir mimar arkadaşım gerçekleştirdi. Bana binayı kiralayan emlakçının ifadesini de hiç unutmam ‘hocaya küçük bir dört duvar kiraladık, hastane yaptı.’
Bu arada hekimlerin aile sağlığı merkezlerini kendi bütçeleri kapsamında açmaları bu modelin dezavantajı olarak hekim-eczacı ilişkisi benzeri istenmeyen süreçleri beraberinde getirdi. Merkezi açarken yakınımda eczane açmak isteyenlere ‘gölge etmeyin başka ihsan istemem’ dediğimi de vurgulamam gerekir.
2016 yılında yaptığım bir konuşma sonunda Medine hattatı Ali Hüsrevoğlu ‘Gönüllerde Kabe’ler inşa eden Şamil kardeşime’ diye Hz. İbrahim duası ‘Rabbimiz kabul et’ manasındaki 23 ayar altın tozu ile kaleme alınmış hat çalışmasını hediye etmişti. Sonuçta sosyoekonomik seviyesi düşük ve kırılgan nüfusun hakim olduğu bir bölgede yukarıda ifade ettiğim standartlarda bir çalışmanın en önemli sebebini de girişe astığım hat sanatı örneği ile teşhir ettim anlayana.
Sadece iyi fiziksel özelliklere sahip bir merkezden ziyade üst basamak sağlık hizmetlerine erişmekte zorlanan veya eriştiğinde nitelikli hizmet alamayanlara da problem çözme odaklı bir hizmet sunmak için fazlasıyla yoruluyorum. Konan tanılar, verilen veya takip edilen tedaviler, gerçekleşen izlemler ve sevk zinciri süreçlerinden de bu açıkça görülüyor. Ki bu süreçle ilgili tespit ve analizler içeren iki hacimli metni daha önce kaleme alıp paylaşmıştım. Son 6 aydır oldukça yorucu bir çalışma sürecini de kapsayarak belirtmeliyim ki 26 aylık çalışmanın sonunda yaklaşık 3 bin kişiden oluşan bir nüfusa aile hekimliği yapıyorum. Ve her sabah işe ‘they don’t care about us’ ‘bizi umursamıyorlar’ demesi muhtemel kalabalığı umursadığımı kendime hatırlatarak gidiyorum. Hatta kayıtların tamamlanması sayesinde benden hizmet alan nüfusun sosyoekonomik durum verileri ve analizini barındıran bir çalışma aşamasındayım bugünlerde. Çalışma bittiğinde nüfus yapısı tam olarak ortaya çıkacak ve benim sosyal çalışmalarıma rehber olacak.
Bana göre gerek devlet ve gerekse kamunun önceliği kırılgan ve sosyoekonomik seviyesi düşük nüfus olmalıdır ki; nüfusunun neredeyse %30’una doğrudan ve dolaylı olarak destek vermesinin temel mantığı da budur diye düşünüyorum.
‘They don’t care about us’ deme noktasına gelen veya deme potansiyeli taşıyan kalabalıkların neler yapabileceğine bugünlerde uluslararası basında şahit olduğumuzu da hatırlatmalıyım. Dev güçleri sarstığını ve kendine getirdiğini ibretle izlemekte fayda var. Müslüm Baba’nın sloganının gerçekleştiği bir sürece şahitlik ediyoruz; ‘yakarsa dünyayı garipler yakar’.
Bugün aslında benim nüfusuma kayıtlı olmayan ama muayeneye geldiğinde reddedemediğim ve arada da derdini dinlediğim bir hastam geldi. 85 yaşında yalnız yaşayan kısa boylu yörük asıllı bir teyze. Kimi kimsesi varsa da anladığım kadarıyla teyzeye kim ve kimse olamıyorlar. Yaşlılık maaşı ve genel sağlık sigortasından faydalanıyor. Yalnız yaşadığı gibi yaşam şartları da aslında pek yaşına uygun değil. Birçok hayati ihtiyacını ya karşılayamıyor ya da destekle karşılamaya çalışıyor.
Bu teyzenin yol kenarında eski ‘gece-kondu nitelikli’ bir evi var. Birkaç kez ziyaret etmiştim. Teyze anladığım kadarıyla bir süredir su faturalarını ödeyememiş veya saat dışarıda olduğundan saate bırakılan faturalara ulaşamamış (ki olası bir durum, mental açıdan içinde bulunduğu çağa ayak uyduramıyor). Teyzenin faturalar biriktikçe önce suyu kesmişler, sonra mühürlemişler, vs. Kendi ifadesiyle ‘bir gün kapıya polis geldi, sana hapislik var dediler’ diye anlattığı hukuki süreç başlamış ve sürecin sonunda yaşlılık maaşının bir kısmını alamadığı, belediyenin cezasının nasıl ödeneceği sorusunun cevap bulunamadığı bir süreçle baş başa kalmış.
MESKİ’ye gittim. Teyzenin fatura detayını istedim. Üç-beş yüz TL bir faturaya 3-5 bin TL bir ceza uygulanmış. Biraz çıkıştım. Haklı olduğumu ama sorunu çözemediklerini itiraf ettiler. Hatta olayın sosyal yardımlaşmaya yansıdığını, sosyal yardımlaşmanın da cezayı ödeme süreci ile meşgul olup çözüm üretemediğini öğrendim. Faturayı karşılayacağımı ama idari cezanın bir şekilde çözülmesi gerektiğini vurgulamam da pek işe yaramadı. Beni arayacaklarını söylediler ama açıkçası kimsenin de arayacağını zannetmiyorum.
Burada idari ve sosyal anlamda iki büyük sorun var. Nüfusunun neredeyse %30’una destek verecek kadar cömert bir devletin kamu personelinin veya bürokrasisinin işi; tüm kayıtlarda yardıma muhtaç, yaşlı ve yaşadığı çağın ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi zayıf bir vatandaşı cezalandırma aşamasına getirmesi ve bu aşamaya geldikten sonra ilgili kurumların daha çok idari ceza süreçleriyle enerji kaybederek sorunu da çözememesi. Sorun sahibinin konuyu hiç alakası olmayan bir karaktere taşıyacak kadar aciz kalması.
Teyze bugün ‘they don’t care about us’ dedi. Anlayana tabi…
Dünya Covid 19 salgını aracılığı ile bir şeyi öğreniyor bu aralar. Hastalanmak istemiyorsak çevremizdekilerin de hastalanmasını engellememiz ve çevremizdekilerin de sağlığını korumamız gerektiği. Başkalarına bulaştırmamak öncelikli hedefiyle bulaşı engellemek için maske takmak gibi. Aslında bu bir genellemenin özel bir ifadesi. İyi bir yaşam, iyi standartlar, iyi şeyler için önce iyilik yapmak gerekiyor. Dünyada tek başına gelen ve gerçekleşen bir iyilik halinin aslında sürdürülebilir olmadığını anlamaya başlıyoruz. Ya hep birlikte iyi olacağız ya da hep birlikte sonuçlarına katlanacağız. Aksi halde iyilik halinde olanlar çevrelerinde olup biten kötü durumdan münezzeh olmadıklarını anlamaya başladılar.
Hepimizin büyük bir şeyin küçük bir parçası olduğumuzu anlamaya başladığımız bir dönemdeyiz. Türker Kılıç hocanın ifadesiyle ‘yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlaması’ sürecindeyiz.
Yani kimseye ‘they don’t care about us’ dedirtmemeliyiz…