“Aposto” yazarlarından Abdullah Esin Türkiye’deki üniversitelerin hantal ve edilgen yapısını çok güzel yazmış:

Türkiye’de 131 devlet ve 78 vakıf olmak üzere toplamda 209 üniversite, 170 bin 561 akademisyen ve 8 milyonun üzerinde lisans öğrencisi bulunuyor. Eurostat Almanya ve Fransa’da her 1000 kişiden 40’ı üniversite öğrencisiyken Türkiye’de bu sayı 95’i buluyor. AB ortalamasının 38 olduğu göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’deki öğrenci sayısının fazlalığı daha net göze çarpıyor.

Türkiye’deki yüksek öğretim sistemine rakamlarla bakıldığında “akademik enflasyon” tablosu da ortaya çıkıyor. 2019 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’deki 196 üniversite rektöründen 68’inin hiç uluslararası yayını olmadığı, 71 rektörün de makalelerine hiç atıf yapılmadığı belirlenmiş durumda. Öte yandan, 2019 verilerine göre 78 üniversitedeki 273 bölümde profesör, doçent veya doktor unvanına sahip bir öğretim üyesi bulunmuyor.

Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) 14 Şubat 2022’de düzenlediği Doktora Öğretiminin İyileştirilmesi Çalıştayının sonuç bildirgesinde yer alan bir madde Türkiye’deki akademinin niteliğine dair tartışmaları tekrar gündeme getirdi. Söz konusu raporda yer alan “Doktora tezine alternatif olarak üç adet özgün araştırma makalesinin doktora tezi olarak kabul edilmesi” kararının ne anlama geldiğini ve ne gibi sonuçları olacağını Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden Prof. Dr. Mine Eder’e sorduk:

Kalite sorunu:

Eder, doktora tezi yerine makale yayınlama sisteminin başta ABD olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinde kullanılan bir sistem olduğunu belirtiyor ancak bu sistemin başarılı olmasının temel koşulunun bağımsız bir kalite kontrol mekanizması kurmak olduğunu da ekliyor. “Bir kalite kontrol mekanizması kurmadan böyle bir sistem doktora öğreniminde kalite sorunu ortaya çıkarır. Uluslararası nitelikte bir yayın mekanizmasının yoksunluğu da makale enflasyonu yaratır. Zaten Türkiye’de yüksek öğretimin asıl sorunu da kalite kontrolü sorunudur.” diye ekliyor.

Mine Eder’e göre bu karar, kontrolsüzce artan üniversite ve öğrenci sayısının ortaya çıkardığı akademisyen açığını kısa zamanda kapatmak üzere açılan bir yol. YÖK’ün doktora sürecini hızlandırarak yeni kurulan üniversitelere bir an önce hoca bulmak istediğini belirten Eder, alan ayrımı yapılmadan böyle bir karar alınmasının indirgemeci bir yaklaşım olduğunu söyleyerek YÖK’ün en büyük probleminin her alanda standardizasyon olduğunu dile getiriyor.

İnsan sermayesi problemine de değinen Prof. Dr. Mine Eder “Ülkedeki insan sermayesi probleminin bu şekilde çözülebileceğini düşünmek büyük bir hata. Binalar yapıp öğrenci getiriyorsunuz ancak insan sermayesi ve araştırma kültürü olmayınca ortaya üniversite mezunu genç işsizler çıkıyor.” diyerek üniversite eğitiminde nicelikten ziyade niteliğe odaklanılması gerektiğine dikkat çekiyor.

Türkiye’de akademinin temel sorunlarından biri olan özerkliğe de dikkat çeken Mine Eder, “Kaliteli insan sermayesi bir gecede oluşturulmuyor. Kalite, akademik özerklik ve bağımsız araştırma ortamının kurulması ile yaratılır, sürekli kalite parametrelerini değiştirerek akademide kalite artırılamaz.”diyerek kaliteli bir yüksek öğretim sisteminin nasıl inşa edileceğine dair geleceğe ışık tutuyor.

Türkiye’de üniversite öncesi eğitimdeki başarısızlık üniversitelerin kalitesine de yansıyor. Tabii siyasal iktidarın bakış açısı da etkili oluyor. Çağdaş eğitimden uzaklaştıkça sorunlar da artıyor.