Odamın penceresinden dışarıyı seyrediyorum. Mevsimin ilkbahar, yaz, sonbahar kış olması beni ilgilendirmiyor. Bir tashihçinin saçlarını mevsimler okşamıyor.
Her mevsimin kendine özgü bir güzelliği vardır. Kışın aksakallı, ağır başlı oturaklı bilge halinin yanında, ilkbaharın toprakla el ele veren coşkusu. Kırmızı ve sarı yapraklarıyla sonbaharın o kendine özgü olgunluğu, ne istediğini bilen sonbahar romantizmi. Sıcağın abartıldığı yaz mevsimine ne demeli… Mevsimler, yaşamın bir kontrastlar dizgesi olduğunu anımsatıyor özgür insanlara.
Yaşamın her alanında saati geldiğinde çalan paydos zili vardır. Paydos zili sadece bir tashihçi için çalmaz.
Sözcükler; kâğıtları, bir yana bırakıp azıcık nefes almak istediğimde vicdan azabı olarak içimi kaplar ve beni için için kemirir. Yargıç masasına benzetiyorum çoğu zaman çalışma masamı.
Tekrar masama otururum. Kelimeler gözlerimin önünde dans eder. Gecenin ilerleyen saatinde kelimeler, katarakt olmuş gözlerimin görüş alanını kapatmıştır. Gözlerim kelimeleri birer leke olarak görür. Sabaha karşı tüm kelimeler anlamlarını yitirir. Kelimeler ameliyat masasında boylu boyunca uzanmış, sadece ve sadece "düzeltilmesi" gereken şeylerdir benim için çoğu kez. Ben kelimelerin estetik cerrahıyım. Yaptığım işe kendimi öylesine adarım ki kapı ya da telefon zilinin çalmasından, benden herhangi bir şey talep edilmesinden ödüm kopar.
Evde oturmaktan sokakta tek başına yürümeyi ve konuşmayı unuttum. Ben sadece yazarak düşüncelerimi ifade edebilirim. İçimde kelimelerin gün yüzü görmemiş, insan eli değmemiş hazinelerini taşıyorum. Ben kelimelerin annesiyim. Daha doğrusu kelimelerin taşıyıcı annesiyim. Cefa çeker, kendimi kelimeleri anlamaya, onların hayatlarını taşımaya ve kendi hayatımla birleştirip soluğumda hissetmeye adarım. Yalansız, riyasız…
Telefonda "bir saat bir yerlerde çay içelim" diyen birine düşman kesilmemi insanların anlamasını beklemiyorum. Hayat dışarıda akıyor, evimde ise nesneler gibi yerli yerinde duruyor. Aynaya bakmayalı aylar oldu. Bir insanın medeniyet içinde nasıl yabani biri olacağı konusunda konferans verebilirim. Ses ve sesler zamanla sıra dışı bir olgu gibi bir geliyor bana.
Ben cezamı evimde çekiyorum. Beni ev hapsine mahkûm eden, bana bu cezayı reva gören yayıncımdır. Bir dostla konuşmak için ne zaman elim telefon ahizesine uzansa yayıncımın elinde kırbacıyla kapıda ya da yanı başımda belireceğini düşünüyorum. Akla hayale sığmayacak senaryolar yazarım. Hatta hatta komplo teorileri yazarı olup çıkarım bir anda. Düşünce hızıyla cilt cilt kitaplar karalarım usumda. Yayıncı beni izlemesi için apartmanın karşısında simit satan adamı tutmuştur. Adam beni yirmi dört saat gözetliyor ve yayıncıya bilgi veriyordur. Yayıncı da teslim etmem gereken günden bir gün sonra kitabı götürdüğümde bana asla emeğimin karşılığı olmayan parayı vermekten vazgeçtiğini söyleyip beni kapı dışarı ediyor. Kan, ter içinde olduğum yere yığılıveriyorum. Bu duygularla çalışma masamdan kalkmamak için kendimi masaya bu düşüncelerle zincirle bağlıyorum çoğu kez.
Bir tashihçiye hiçbir bakkal veresiye defteri açmaz. İşsizdir tashihçi. Yayıncı peşin çalıştırdığı tashihçiye veresiye öder ücretini. Evi sıcak mıdır? Ev kirasını ödeme zamanı gelmiş midir? Dolapta yiyecek bir şeyler var mıdır? Sigara alacak parası var mıdır cebinde? Düşünmez hiçbir yayınevi çalıştırdıkları tashihçileri.
Acil işler için dışarı çıkarım. Karşılaştığım insanların ağzından çıkan sözcükler tıpkı kâğıdın üzerinde düzeltilmeyi bekleyen kelimeler gibi gelir bana. İnsanların yüzlerini değil, kelimelerin yüzünü okşamayı biliyorum ben. Bir ay sonra bir çocuğum olacak. Çocuğumun yüzünde kelimeleri görmekten ölesiye korkuyorum. Ya da çocuğumun yüzünü diğer anneler gibi okşayabilir miyim, bilmiyorum.
Yaşamımı düzeltmekten aciz olan ben sokakta yürürken gözüme çarpan tabelalardaki yazıları düzeltiyorum kendi kendime. Mesleğim yüzünden bir kelimenin yanlış yazılmasına tahammül edemem. Mutsuz olurum. Kelimelerin acı çektiğini duyumsuyor, tüm kelimelerden sorumlu tutuyorum kendimi.
Ben güneşe çıkmayalı yıllar oldu. Bir masaya zincirlenmiş insanın içinde kendi kelimeleri ölmüştür. Her gün kendi kelimelerime mezar kazmak için oturuyorum o masaya. Alacaklılar kapıya dayanmıştır. Yiyecek bir lokma ekmeğin kursağımdan geçtiğine seviniyorum. Bir yandan parasızlıktan sigarayı bırakacağıma dair kendime söz verirken diğer yandan izmarit toplama saatini iple çekiyorum.
Benim işim başkalarının yazdıklarını düzeltmekle bitmiyor. Okuyucuyu da düşünmek zorundayım. Para verip aldığı eseri okuduğunda değsin istiyorum. Yazarın yarım bıraktığı tümceleri eserin bütünlüğüne sadık kalmak şartıyla tamamlıyorum. Elimden geçen bazı eserlere para verip alan okuyuculardan özür dilemek geçiyor içimden. Geceleri düşümde okuyucuların benden hesap sorduğunu görüyorum. Kâbuslarım bitip tükenmek bilmiyor. Yazarın değil, benimdir tüm suç. Öyle. Ben para karşılığında okunmaya değmeyecek bir eseri düzelttiğim için suça ortak olduğumu düşünüyorum. Para için her eseri düzelten bir insan gibi algılarım çoğu kez kendimi. Kişiliğim yaralanıyor. Bir an pencereden sokaktan geçen insanlara “Şu, şu eserleri okumayın! Okumaya değecek eserlere zamanınızı ve paranızı… için harcayın” deyip vicdanımı rahatlatmak geçiyor. Öyle ki ne zaman bir yayıncının önünden geçsem kitapların boğazıma yapıştıklarını hissediyorum.
Kitapların önünden geçen okuyucuları seyrederim yayınevinin vitrininden. Eli kitaba uzanan her eli vicdanımın üzerinde hissediyorum. Bir tashihçinin çocuklarıdır kitaplar. Tashihi bittiği için sevindiğimde bile kendimi o esere karşı suçlu hissederim. Yüzüm kızarır, kelimeler genzime yapışır nefes almakta zorlanırım.
İnsanlar kendimi sadece kitapların yanında güvende hissetmemi algılamakta zorlanıyorlar. İnsanları yaşadıklarının birbirine yakınlaştırdığı, yaşamadıklarının da uzaklaştırdığına inanıyorum. Düzelttiğim her eser benim sırlarımı, acılarımı, isteklerimi biliyor. Aile içinde yaşadıklarımın tanığıdır kitaplar. Hiçbir dost evin içinde olup bitenden kelimeler değin haberdar değildir. Tashihçinin yaşam tanığıdır kelimeler. Her halini görür, tüm çıplaklığıyla acına, yalnızlığına, başarısızlığına, çaresizliğine, korkularına, yalanlarına şahitlik ederler, seni yargılamadan, aşağılamadan, kendini savunmanı beklemeden. Kitaplar sadece bir tashihçinin değil, her okurun sadık dostlarıdır. Bu yüzden bazı kitaplarımı değerini bilmeyen insanlara okumak için bile olsa vermem/ veremem. Kitapların güvenliğinden de kendimi sorumlu tutarım. Karnımda büyüyen çocuğum ile masamda düzeltilmeyi bekleyen esere verdiğim emek değişmiyor. Birini karnımda, diğerini beynimde taşıyorum.
Zamanla garip bir ilişki gelişir kitaplarla aramda. Evi kitaplarım için temizlerim. Evimi evleri olarak algılasınlar isterim. İsterim ki evimden ayrılan her eser beni onları özlediğim gibi özlesin. Bazen telefonla açar merak ettiğim eserlerin satılıp satılmadığını yayıncıdan öğrenirim. Satılan her eser yuvasına uçan bir kuştur benim için. Okuyucu eline aldığı bir kitabın matbaa kokusunu ciğerine çeksin, sayfalarında kaybolsun isterim. Buna rağmen tashihini yaptığım iyi eserlerden dolayı mesleğime mihnet duyarım. Yaşama bakışımı değiştirmemde, kendimi geliştirmemde, başkalarının yüzüne kim olduğunu düşünmeden içimden geçenleri söylememde, içimin kilitli kapısını kendime açmamda yardımcı olduğu için içten içe “ şükrederim.” İyi bir tashihçi bu mesleğe başladığı andan itibaren başka biri olma duygusundan zamanla uzaklaşır, kendi olma duygusuna yaklaştığını hisseder. Dedim ya iyi bir tashihçi çok çocuklu anne gibidir. Düzelttiği iyi eserleri tashihçi annenin gurur duyduğu evladı, kötü eserler ise hayırsız evlatları gibidir. Okuyucular ise tashihçinin emeğini anlayan ve değer veren insanlardır. Terazinin kefesinde düşünce dünyasını doyurmak bu mesleğe gönül vermiş insanların hayalidir.
Bir insan ömrünü kendisini tanımaya adıyor. Yaptıklarının/ yapacaklarının analizini yapıyor. Tüm bu özverili çalışma bir amaca hizmet ediyor: “ kendini tanımak. Ben ise iç içe yaşamış insanların birbirlerinin gerçeklerinden bu denli habersiz olduğu günümüzde tashihini yaptığım eserlerdeki karakterlerin “ onları anladığımı, onların yaşamlarına tanıklık ettiğimi, en önemlisi yalnız olmadıklarını onlara duyumsattığımı hissederim. Geceleri tashihini yaptığım roman karakterleriyle rüyamda konuşurum. O sabah uyandığımda kendi kendime şöyle düşünürüm: İşte insanın kendini birisine anlatmasına gerek kalmadan, o insanın senin ruh halini tüm çıplaklığıyla hissetmesi nasıl bir duygu? İşte diyorum kendi kendime: derinlemesine anlama ve hissetme böyle bir şey olmalı. Bu yüzden ben, canlı dostlarımın olduğu kadar cansız dostlarımın da eseriyim diye düşünürüm. Mesleklerin insanların kişiliğini biçimlendirme misyonunun olduğunu düşünüyorum.
Bu düşüncelerimin yanı sıra zaman zaman da düşüncelerimin benden her gün hızla uzaklaştığını hissettiğim anlarda kara kara düşünüyorum ve kendime yüzüm kızararak şu soruyu soruyorum: böyle mi geçecek hayat? Ya da yaşamak bu mu?