Kış günü olmasına rağmen gökyüzünde tek bulut yoktu. Güneş, alabildiğine heybeti ile üzerlerine doğru parlıyor, sıcak sinyallerini gönderiyordu. Uzakta, dağların silueti net bir şekilde görünüyordu. Mevsime inat, Çay bahçesinin hemen yanı başındaki badem ağaçları beyaz ve pembe çiçeklerle bezeliydi. Portakal çiçekleri ise, mor ve mavi tonlarıyla manzaraya renk katıyordu. Rüzgârın hafif esintisiyle birlikte, çiçeklerin hoş ve ferah kokusu havada yayılıyor, insanın içini ısıtıyordu.

Çay bahçesinin huzurlu bir köşesinde, güneşin altın ışıkları altında, zamanın ağır çarklarından geriye kalan eski siyasetçiler oturmuşlar, yüzlerindeki kırışıklıklar, geçmişin izlerini taşıyor ve ağızlarından dökülen her kelime, bir zamanların yaşanmışlıklarını köpürte köpürte anlatmaya çalışıyorlardı. Konuşanı dinler gibi yapan bir başka siyasetçi, aslında kendi geçmişinin gizemine dalmış, yaşlı bir kurdun birini yemek için koyun sürüsünün yanı başında, otların arasına siper almışlığı gibi, o da konuşmak için pusuda bekliyordu.

Onların yanında oturan yaşlı şair ise, siyasetçilerin birbirlerini dinlemediklerini fark edince, ilham perisini çağırmış ve kalem oynatmaya başlamıştı. Artık yaşlı siyasetçilerin sesini duymaz olmuş, kendi dünyasında, kelimelerin melodisine kapılmış, şiirin ritmine kendini bırakmıştı. Sonunda yaşlı şair şiirini patlattı.

Sorarlar sana, doğru değil mi diye,

Ne yanıt verirsin ki bu durumda;

Doğru demek yalan olur,

Yanlış demek haksızlık,

“Duymadım” demekse, kaçamak olur.

İşte böyle bir ortamda,

Kelimeler bazen yetmez anlatmaya,

Sessizlik bazen en güçlü cevap olur,

Gerçekleri kendi içinde bulmaya.

Güneşin altında, yıllara meydan okumuş çam ağacının dibindeki bir başka masada oturan yaşlı aktörler, geçmişin tozlu sayfalarını aralıyor, anılarını didik didik ediyorlardı. Cep telefonlarından, bir zamanların parlak ışıkları altında kalmış eski afişlerini gösteriyorlardı birbirlerine.

 Bir tanesi, yandaki arkadaşına gururla işaret ederek, “Bak bak o Cüneyt’in arkasındaki gülen adam benim,” diyordu.

Arkadaşı, eski aktör, gözlerini kısarak bakıyor, “Evet evet, benziyorsun,” diyordu onaylayarak.

Yanlarında oturan, sahnenin dışından gelen bir arkadaşları ise, alaycı bir tebessümle, “Evet tanıdım ama gülenin sen olduğunu söylemesen tanıyamayabilirdim,” diyerek takıldı.

Hepsi birden, geçmişin tatlı ironisine kahkahalarla güldüler.

Masalarına yaklaşan garson kadının, “Ne içersiniz?” sorusuyla, yaşlı aktörler, bir rüyadan silkelenir gibi irkildiler.

 Kadının dudaklarından dökülen yabancı aksanlı kelimeler, onun bu toprakların dışından geldiğini fısıldıyordu. Merakla, “Siz nerelisiniz?” diye sordu aktörlerden biri.

Kadın hafif bir mahcubiyetle gülümseyerek, “Bu ülkeden olmadığım çok mu belli oluyor?”

 Aktör kadına bakarak, “Evet, şiveniz ele veriyor.”

 Kadın, “Hay Allah, çok da dikkat ediyorum,” dedi küçük bir kusur işlemiş gibi, sonra, “merak etmeyin, en kısa zamanda düzelteceğim efendim.”

Çay siparişlerini alıp hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken, kış güneşinin altında parlayan sol kolundaki mor bandanayı kimse fark etmedi. Belki de gördüler ama sıradan bir aksesuar olarak düşündüler, belki de morun anlamını bilmiyorlardı. Ama kadın, mor rengin kadına şiddete karşı duruşun sessiz çığlığı olduğunu çok iyi biliyordu. O bandana, bir direnişin simgesi olarak, sol kolunu süslüyor ve kadının hikâyesinin derinliklerine sessiz bir davetiye çıkarıyordu.

Çay bahçesinin erkeklerle dolu masaları arasında, kadın sessizce dolaşıyordu. Biranın keskin kokusu havada asılıyken, kadının yüzündeki hafif titreme, içindeki korkuyu ele veriyordu. Belki de şiddet, geldiği ülkede başlamıştı, belki de yolda, belki de daha yakın bir yerde. Kocasından mıydı bu izler, babasından mı, yoksa abisinden mi? Kim bilir… Ama sol kolundaki mor bandana, bir sır gibi parlıyordu; korkularını, yaşadıklarını ve sessiz çığlıklarını dışa vuruyordu.

Bandanayı sol koluna takmasının bir sebebi olmalıydı. Belki de bu, “Ben siz erkeklerden şiddet gördüm, artık kalbimi sizlere kapattım,” diye bir mesajdı.

 Belki de, sadece kendine bir hatırlatmaydı. Ya da, bu sessiz direnişin bir parçasıydı.

Çay bahçesinin huzurlu atmosferinde, herkesin neşeli sohbetlere dalıp gittiği bir anda, kadının kolundaki mor bandana, gözlerden uzak bir hikâyenin kahramanıydı. Bu küçük ama güçlü detay, kadının özgürlük mücadelesinin simgesi olarak orada duruyordu. Kadının içindeki cesareti ve bağımsızlık arzusunu yansıtıyordu. O mor bandana, bir umut ışığı gibi parlıyor; kadının sessizce, ama güçlü bir şekilde var olduğunu, özgürlüğünü ve gücünü tüm dünyaya ilan ediyordu. Bu bandana, sadece bir aksesuar değil, kadınların özgürlük yolculuğunda yanlarında taşıdıkları bir semboldü.