Anası şafakla kalkıp ağıldan koyunları çıkaran kızının yanına gelir. “Nasılsın güzel kızım?”Işıl kız, “İyiyim anacığım, koyunları götürüyorum. Hayırdır düğün değil bayram değil, sen benim hatırımı pek sormazdın, bir sıkıntın mı var?”
“Yok, kızım, ceylan kızım. Sadece seninle konuşmak istiyorum. Koyunları doyur gel de oturup konuşalım biraz.”
“Ne konuşacağız anacığım? Beni meraklandırma, ne söyleyeceksen söyleyiver gitsin, her zaman yaptığın gibi.”
“Hele bir git gel kızım, gelince konuşuruz. Ama bil ki seni çok seviyorum.”
Işıl, çok güzel ve akıllı bir kızdı, uzun simsiyah kuzgun karası saçlarının ucu beline kadar inerdi. O çoğu zaman parmaklarını saçlarına hızlı bir şekilde dolayarak örerdi. Her adımında gizem ve zarafet vardı. Obanın en uzun boylu kadınıydı. Simsiyah gözlerindeki ışık, içindeki karmaşık duyguları yansıtarak, insanı anında etkileyen bir bakışı vardı.
Anasının sözleri aklına takılmıştı. Sabahın erken saatinde ‘Hele bir git gel de konuşalım,’ demişti.
Acaba ne söylemek istiyordu? “Sevgili koyunlarım, kuzularım hele şöyle gelin bakalım. Burada ot çok! Hemencecik doyun da dönelim obaya. Anam benimle konuşacakmış. Ne konuşacak acaba? Anam sabah sabah kafamı karıştırdı. Siz ne dersiniz?”
O sırada koyunlardan biri, “meee” diye meler.
Işıl kız “Meee mi? Ne meesi?” Gülümser “Siz de bilmiyorsunuz değil mi?”
Bu düşünce yoğunluğu içinde koyunları otlakta doyurup, güneş de tepelerine dikilince, obanın çadırlarının yanındaki ardıç ağacının gölgesine getirir.
Karnı acıkmış, boğazı kurumuştu, ama önce toprak testiyi kafasına dikerek su içer. Serin su onu biraz rahatlatır.
Sonra, “Anacığım geldim, ne diyeceksen de artık,” der. Sesinde hem merak hem endişe vardı.
Anası ona gülümser. “Otur kızım, hele bir soluklan, bir dinlen bakalım, yemek yiyelim konuşuruz.” Sesinde hem sevgi hem koruma vardır.
Işıl kız, yemeğini yedikten sonra biraz daha bekler ama daha fazla dayanamaz, merakı doruk noktasına çıkmıştır.
Anasını eliyle dürterek, “Anacığım, artık ne diyeceksen de çatlatma insanı. Çıkar ağzındaki baklayı.”
Anası “Dün Iraz teyzen geldi, ‘Komşu, kızını benim oğlum Kutay’a istemeyi düşünüyoruz sen ne diyorsun’ diye sordu,” dedi kızına bakarak.
Işıl, “Sen ne dedin.”
“Ben de, komşu, yuva kurmak önemli bir karar. Hem kadının, hem de erkeğin isteği olmalı. Çünkü o yuvada mutlu olmaları lazım. O yuvada birlikte yaşayacaklar. Birbirlerine sevgisi olmayan insanları zorla evlendirirsen o işin sonu hüsran olur,” dedim.
“O da ‘Haklısın komşu, sen kızının ne düşündüğünü bir öğren. Ağzını bir yokla bakalım, sonra konuşuruz,’ dedi.”
Sanki Işıl kıza biraz düşünme fırsatı vermiş gibi biraz bekledikten sonra;
Kızına bakarak, “Sen ne diyorsun kızım, güzel kızım?”
Konu evlilik olunca Işıl’ın yüzü kızardı, gözlerini anasının gözlerinden kaçırdı. Sağına soluna bakıyordu sanki çadırı ilk defa görmüş gibi inceliyordu. Çadırın girişindeki küçük ocağın cılız ateşinin üzerinde kaynayan tencereden çıkan buharı inceliyor, sanki oturduğu çadırı ilk defa görüyormuş gibi davranıyordu. Sonunda da anasının onun ne söyleyeceğini beklediğini hatırladı.
“Anacığım, babamla sen öyle karar vermişseniz, bana da razı olmak düşer.”
Anası, “Ne demek razı olmak kızım? Senin gönlün yoksa bana açık açık söyle. Seni gönlünün olmadığı kimseye verir miyim? Olur, mu öyle şey?”
“Tamam, anam tamam, çok konuşma,” dedi kız.
Anlaşıldı kızın da gönlü vardı ama anasına açık açık söyleyemiyordu.
Kutay, uzun boylu, karakaşlı, kara gözlü yağız bir delikanlıydı. Askerliğini yapmıştı. Arkadaşlarıyla çadırın önünde oturur, askerlik anılarını anlatırdı. Işıl kızda uzaktan kulak misafiri olur. Anlattıkları arasında komik olanlarına o da gülümser, heyecanlı olanlarına o da meraklanır, üzücü olanlarına o da üzülürdü. Kutay’ın yüzünü göremese de, sesinden O’nun duygularını anlardı.
Bir akşam, Kutay ile anası ve babası, Işıl’a görücü geldiler. O akşam kız istendi. Kız verildi, evlilikle ilgili tüm konular konuşuldu tatlıya bağlandı. Birbirlerine hadi hayırlı olsun dediler.
Birkaç hafta sonra düğünleri oldu. Yörük geleneğine göre, erkek tarafı gelin ve damada hayvan ve eşya verirdi. Batur emmi de onlara lazım olacak kadar her bir şeylerini verdi.
Kız tarafı, aynı yardımı yapmanın dışında, ayrıca anası ile kızının hazırladıkları çeyizler, sandığa konurdu. En altına da Mor Cepken konurdu. Bu geleneksel ritüel, evliliğin başlangıcında geleceğe dair umutlar ve güzelliklerle dolu bir anı oluştururdu. Çeyiz sandığına iğne oyaları, nakışlı peşkirler, gümüş takılar, dantel örtüler ve diğer değerli eşyalar, bu sandığın içinde saklanır ve gelecek nesillere aktarılıyordu. Mor Cepken ise, gelinin ailesinin ona olan sevgi, iyi dileklerini ve en önemlisi de özgürlüğünü sembolize ediyordu.
Düğün yapıldı çadırların biraz uzağına yeni evlilerin çadırı kuruldu.
Işıl ile Kutay çok mutluydular. Bir yıl sonra Yağız adında bir oğulları oldu. Sonra ne olduysa, Işıl kızı ile Kutay’ın aralarında soğukluk başladı. Kutay çok değişmişti. Işıl’ın yemeklerini beğenmiyor, O’na kızıyor, yatağına gelmiyordu. Işıl kız çok üzülüyordu. Neden böyle olduğunu anlayamıyordu.
Aslında Işıl herkesin sevdiği, güler yüzlü, sıcakkanlı, neşeli biriydi. Gözleri ışıl ışıl parlar, saçları güneş gibi ısıtır, sesi kuş gibi cıvıldardı. Ama Kutay niye böyle davranıyordu? Onun karşısında sanki buz kesilmişti. Yüzüne bir soğukluk, gözlerine bir karanlık çökmüştü. Sözleri keskin, tavırları sertti. Işıl’ın kalbini kırmaktan başka bir iş yapmıyordu. Işıl ise onun bu haline anlam veremiyordu. Acaba ne yapmıştı da onu bu kadar üzmüştü? Yoksa başka biri mi vardı hayatında? Işıl’ın aklı karışık, gönlü yaralıydı.
Bir gün Işıl kız karar verdi: Bu adam sabah sabah nereye gidiyor? Akşama kadar nerede kalıyor? Niye beni ve çocuğunu ihmal ediyor da böyle dağlarda geziyor diye düşünmeye başladı.
Bir sabah oğlunu anasına bıraktı kocasının peşinden onu takip etmeye başladı. Bir keçi güdümü uzaklığa ulaştıklarında kocası orada durdu. Bir ıslık çaldı, ıslığın sesini duyan bir kadın, çalının arkasından kocasının yanına geldi. Kocasıyla sarılıp öpüştüler. Işıl kız gördüklerine inanamadı. Midesi bulandı, gözleri doldu. Oradan kaçarcasına uzaklaştı.
Kocasının başka bir kadınla ilgilendiğini gördükten sonra, kendisinde bir eksiklik mi olduğunu düşünmeye başladı. Belki de kocasını daha çok sevdiğini göstermeliydi. Bu yüzden birkaç gün boyunca kocasına daha fazla ilgi ve şefkat gösterdi. O’na lezzetli yemekler pişirdi, O’nu şımartmaya çalıştı, O’nun la yakınlaşmayı denedi. Ama Kutay’da hiçbir değişiklik olmadı. Yine de kocasına biraz daha zaman tanıdı ama sonunda dayanamadı. Anasının dikip sandığın dibine koyduğu mor cepkeni çıkardı ve giydi. Yörük obasının çadırlarının ortasında bulunan koca taşın üzerine çıktı ve oturdu.
Saatlerce oturdu. O zaman akan su durdu. Uçan kuşlar uçmaz oldu. Dağlarda açan çiçekler soldu. İnek sağan analar, yün eğiren teyzeler, kilim dokuyan kızların elleri durdu.
O sırada çevrede oyun oynayan çocuklar da merakla bakıyordu. Mor cepken giymek zorunda kalan Işıl’ın çevresine toplandılar. Çünkü evli kadının mor cepken giymesi, ‘kocamdan şiddet görüyorum’ veya ‘kocam beni aldatıyor bana kocalık yapmıyor,’ demekti.
Mor cepken giyen Işıl’ın kocası evinden dışarı çıkamadı.
Ama Işıl, taşın başından mor cepkenini çıkarıp da aşağı inmeyince, obanın ileri gelenleri daha fazla dayanamadılar.
Işıl kızın mor cepkeni giydiği haberi obada ve komşu obalarda yayıldı. Herkes ona acıdı, kızdı, üzüldü. Kızının yanına önce anası gitti.
Sonra babası da geldi dediler ki, “Kızım sen bizim canımız ciğerimizsin her zaman yanımızda yerin var. Madem bu mor cepkeni giyecek kadar çadırında sıkıntılar yaşıyorsun hadi oğlunu da al gel,” dediler.
Batur emmi de geldi, Işıl kızın yanına ve hiç soru sormadı. Kızım neden mor cepkeni giydin demedi. Oğlum ne yapmış demedi ve O’na sarıldı.
Sonra Işıl’ın babasına bakarak, “Hüseyin ağa, Kutay’a dedim ki; Töremizde kadını şiddet yok, onu incitmek hor görmek ve onu aldatmak yok. Sen bunu yapmışsın ki eşin mor cepkeniyle hâlâ oturuyor. Hadi var git şimdi benim oğlum değilsin artık dedim. Onu gönderdim. Nereye gidersen git, dedim,” diye devam etti. “Siz rahat olun, sizin içiniz rahat olsun, Işıl kız bizim de kızımız, her zaman biz de kızımızın yanında olacağız. Yağız bizim de torunumuz,” dedi gitti taşın üzerinde ki Işıl’a yeniden sarıldı.
Işıl taşın üzerinde mor cepkeniyle oturuyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Bütün oba O’na bakıyor, kimse O’nu teselli edecek bir söz bulamıyordu.
Sonunda kayın babasının söylediklerine göre, yaptığı eylem ses getirmiş gereği yapılmıştı. Işıl kız mor cepkenini çıkardı anasına verdi. Kendisi de oğlunu kucağına aldı doğruca çadırına gitti.