Mart ayının serin ama umut vadeden sabahında, sokaklar çiçeklerle doluydu. Beyaz zambaklar, kırmızı güller, sarı laleler. Kadınların zarafetine öykünen, onların inceliğini taklit eden çiçekler. O çiçekler ki, narin ellerde taşınan, bir günlüğüne de olsa kadınların hak ettikleri değeri alması için sunulan sembollerdi. Oysa çiçeklerin ömrü kısaydı, tıpkı hatırlanışlarının süresi gibi.
Her köşe başında bir adam, elinde titizlikle seçilmiş bir çiçekle yürüyordu. Çiçekçilerin önünde uzun kuyruklar vardı. Kimisi eşine, kimisi annesine, kimisi iş arkadaşına bir demet çiçek almak için bekliyordu. O gün herkesin dilinde aynı cümle: “Kadınlar başımızın tacıdır.” Ama gerçek, bu süslü sözlerin ardına saklanıyordu. Gerçek, bazen sessizdi. Bazen bir iç çekişte, bazen derinlere gizlenmiş bir korkuda saklıydı.
Ve kadınlar… Onlar her zaman zarif, her zaman güçlüydüler. Yolda yürüyen her biri sanki baharın ilk ışığını içinde taşıyordu. İnce parmaklarıyla çiçekleri kavrarken, yüzlerine tebessüm yerleşiyordu. Gözlerinde hafif bir şaşkınlık, belki de buruk bir mutluluk. Yalnızca bir günlüğüne hatırlanmanın tuhaf sızısını hissediyorlardı içlerinde. Bir anlık değerin, bir yıl boyunca süren sevgisizliğin üzerini örtemeyeceğini biliyorlardı. Çiçeklerin kokusu burunlarına dolarken, içlerinde yankılanan bir başka koku vardı: Unutuşun keskin ve kaçınılmaz kokusu.
Akşam olduğunda çiçekler vazolara yerleşti. Masalar süslendi. Çaylar demlendi. Sevgiler sunuldu, sözler verildi. Ama gece ilerleyip 9 Mart’a yaklaşıldığında, sahte övgüler, çiçek kokularının arasına karışarak kaybolmaya başladı. Ne vaatler, ne sevgi dolu sözler. Hepsi bir günün süsüydü, sonrasında solmaya mahkûm birer anıydı.
Ve ertesi gün…
Yine aynı dünya, yine unutuluş. Yine köhneleşmiş roller. Yine baskılar, yine korkular. Kadınların zarif omuzlarına yüklenen hayatın ağır yükü, 8 Mart’ın ışıltısının yerini aldı. Onlar hâlâ anne, hâlâ eş, hâlâ sevgili, hâlâ dost, hâlâ hayatın en güçlü taşıyıcısıydılar. Ama değerleri, birkaç gül yaprağı gibi solup gitmişti.
Ve yine, bazıları için kader değişmedi.
Bir haber başlığı düştü ekranlara: “Eşini öldüren adam: ‘Onu çok seviyordum, kıskandım.’”
Bir diğer haber: “Ayrılmak istediği için canından oldu.”
Sevgisizliğin en karanlık sureti buydu. Bir zamanlar çiçek verilen eller, şimdi mezar taşına dokunuyordu. Çiçeklerin yaprakları kururken, bir kadının bedeni toprağa düştü. Sevgi adına işlendiği iddia edilen cinayetlerin soğuk istatistikleri arasında bir isim daha eksildi. Sevgi, bazen en acımasız bahaneydi. Bir zamanlar elinde çiçek taşıyan adam, bir yıl boyunca hatırlamayacağı bir günü kutlamış olmanın rahatlığıyla devam etti hayatına.
Kadınlar, bir sonraki 8 Mart’a kadar yine yalnız, yine mücadelede, yine güçlüydüler. Çünkü onlar için hayat, bir gün değil, her gün savaşmaktı.