Adım Turgut Yılmaz. 1990 yılının Ağustos ayıydı. Henüz 25 yaşında, şark hizmetimi yapmak üzere doğunun karlı ve soğuk topraklarına, Sarıkamış’a tayin edilmiştim. Hayatımda hiç bu kadar uzak ve soğuk bir yere gitmemiştim. Trenle Kars Sarıkamış’a vardığımda, şehrin havası bile bana bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor gibiydi. İstasyonda beni karşılayan Mehmet Çavuş, lojman olarak kullanacağım eski bir Rus evine götüreceğini söyledi. Kafamda karışık duygular; biraz heyecan, biraz merakla doluydu.
İstasyondan çıkıp, asfalt yerine taş döşemeler şeklinde yapılan şehrin dar ve kavisli sokmalarından geçerken gözlerim devasa çam ağaçlarıyla çevrili ormanlara takıldı. Mehmet Çavuş, “Bu çam ormanları, komutanım yakında karla kaplanır. Kış geldiğinde buralar bembeyaz bir deryaya dönüşür,” dedi. Sesindeki derinlik, bu sözlerin sade bir bilgi aktarımından daha fazlası olduğunu belli ediyordu.
Bu yükseklik beni hem büyülüyor hem de hafif bir baş dönmesi hissettiriyordu.
Nihayet, lojman olarak tahsis edilen binaya vardığımızda, bakımsızlığını görünce biraz hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Ama yinede yolculuğun bitmesinin sevinciyle yorgunluğumu bir an için unuttum.
Kalın taş duvarlarla yapılmış dış cepheleri işlemeli bir Rus evi karşımdaydı. Görkemini yıllar öncesinden kaybetse de, derin bir tarihi anımsatıyordu.
İçeri girdiğimde genzimde tavandaki eski ahşabın ve duvardaki rutubetin karışık kokusu yankılandı. Bu duvarlar, yıllar boyunca kim bilir ne hikâyelere tanıklık etmişti? İşte burada, bir yabancının yuvası olmaktan çıkıp benim sığınağım olacaktı. Sobayı yakıp ahşap zemin üzerinde oturduğum bu toprakların tarihi o kadar ağırdı ki, nefesimde bir kasvet hissettim o ilk gecede, rüzgâr binanın ahşap çatısında dolaşan sesi, ruhumu devşirip bir bensele koyuyordu.
Sarıkamış’ta geçen birkaç haftadan sonra, artık buranın sert tabiatına alışmaya başlamıştım. Eylül ayı gelmiş, bölgenin soğuğu, akşamları benim gibi bir Akdeniz insanına nefes aldırmaz cinstendi. Kısa zamanda kar, ayak bileklerimi geçiyor, bazen dizime kadar çıkıyordu.
Ormanlar adeta birer beyaz dev olmuştu. Ancak beni en çok etkileyen şey, Sarıkamış Dağları'nın sessizliği oldu. Öyle bir sessizlik ki, insanın içini hem huzurla hem de tarifsiz bir hüzünle dolduruyordu.
Bir gün, tarihin acı bir hatırasını görmek için bana rehberlik eden bir köylü ile Sarıkamış Dağlarına çıktım. Enver Paşa'nın 1914 yılında verdiği bir emirle yüz bin askerin donarak şehit olduğu bu dağlara doğru yol alırken, içim tarifsiz bir hüzünle doluydu.
"İşte buralar, beyim," dedi rehberim, hafifçe başını eğerek. Karla kaplı geniş bir alana baktım. Sanki bembeyaz bir kefen toprağı örtmüştü. Burası ölümün sessizliğiyle yankılanıyordu. O an, gözlerim doldu. Bu kadar insan, karın ve soğuğun acımasızlığına kurban gitmişti.
Gözlerimi kapadım ve kulaklarımı dolduran o sessizlikte bir ses aradım; belki bir şehit duası, belki bir ağıt. Ama sessizlik, insanın ruhunu ezen bir gerçeklik gibi üzerime çöktü. "Onlar donarak şehit düştüler," diye mırıldandım kendi kendime. "Silah yerine kar, düşman yerine soğuk vardı."
Geri dönerken, o manzaranın ağırlığı hâlâ üzerimdeydi. Bir köy kahvesine uğradık. Köylülerle konuşurken, yaşlı bir adam gözlerimin içine bakıp, "Biz o günleri hiç unutmadık beyim," dedi. "Her kar yağdığında, sanki onlar yeniden geliyor gibi hissederiz."
Sarıkamış’ın bembeyaz örtüsü, her baktığımda bana yalnızca soğuk ve karı değil, aynı zamanda o büyük fedakârlığı hatırlattı. Bu topraklar, hem tabiatın hem de tarihin sert yüzünü bir arada taşıyordu. O gün anladım ki, Sarıkamış yalnızca bir yer adı değil; aynı zamanda cesaretin, fedakârlığın ve insanlığın en çetin sınavlarından biriydi.