Bu durum sadece ülkelerin zenginlik veya az gelişmişliği ile ilgili olmayıp genel olarak ülkelerin eğitim ve kültür yapıları ile toplumsal hafızaları ve gelenekleriyle ilgilidir. Bir arkadaşınızı bile daha yakından tanıyabilmek için onunla daha uzun süreli birlikte olmak gerekiyorsa ülkeler arasındaki ilişkilerde de aynı şeyler geçerlidir. Karşılıklı güven unsurunun yaratılması zamana ve yaşananlara bağlıdır.
Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin halkları genellikle Türkleri çok fazla sevmezler. Anadolu’daki bir yurttaşımıza bunun nedenini sorarsanız, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki fetihlere ve Türk korkusuna dayandırırlar. Aslında, böyle bir bakış açısı gerçeklerden son derece uzaktır ve tamamen kendi kompleksimizin bir yansımasıdır. Gerçek şudur: Bir insanın ya da bir devletin saygınlığı kendi tutum ve davranışlarında gizlidir ve her insan ya da devlet kendi saygınlığını kendisi yaratır.
Beş milyondan fazla yuttaşımızın üç nesildir yaşadığı Avrupa’da, şayet eğitim çağındaki gençlerimizden sadece yüz kişiden birisi üniversite eğitimi yapabiliyorsa, fazla söze gerek yoktur. Avrupalılar bizleri çok yakından tanımaktadırlar. Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada gibi ülkelerde ise Türklerin itibarları çok daha fazladır. Bunun en önemli nedenleri Türkiye’nin bu ülkelere uzak olması nedeniyle fazla bilgilerinin olmaması ve bu ülkelerde bulunan Türklerin eğitim ve refah seviyesinin yüksekliğidir. Tüm bu ülkeler, Türkiye’de demokrasinin kağıt üzerinde var olduğunu çok iyi bilmektedirler. Onun için, Avrupa Birliği’nin kapısında elli yıldır bekletmektedirler.
Benim başından beri inandığım ve ülkelerin her türlü derdine derman olacağını düşündüğüm en önemli konu “düşünce ve ifade özgürlüğü”nün çağdaş demokrasi kuralları içinde sağlanmasıdır. İnsanın temel hak ve özgürlüğünün olmazsa olmaz koşulu olan düşünce ve ifade özgürlüğü olmadan demokrasiden bahsetmek, senaryosu tek taraflı olarak hazırlanmış “orta oyunu”ndan başka bir şey değildir.
Manevi değerlerimize ve toplumsal geleneklerimize hiçbir şekilde zarar vermeden bu sorunları çözmek zorundayız. Demokrasiyi geliştiriyoruz diyerek devlet organlarını iktidardaki siyasi partinin organı haline getirmeye çalışmak, belki kısa dönemde bazı avantajlar sağlıyor gibi görünebilir. Ancak, tarihin sayfalarına baktığımızda, bu yolun çok yanlış bir yol olduğu çok acı tecrübelerle karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasinin azı ya da çoğu olmaz. Bir ülkede demokrasi ya vardır ya da yoktur. Var olmayan bir demokratik yapıyı var gibi göstererek halkı aldatmaya çalışmak, ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Aslında Türkiye’nin en büyük dezavantajı halkın vaatlerle ve günübirlik sağlanan menfaatlerle çok çabuk kandırılabilmesidir.
Bunun en önemli nedeni eğitim, kültür ve toplumsal hafıza yoksunluğudur. Eğitim, kültür ve toplumsal hafıza birikimi, önce aileden başlar ve daha sonra eğitim kurumları ve çevre ilişkileriyle devam eder. Bu zincirin en küçük bir halkasında meydana gelebilecek bir kopukluk, davranış bozukluğu ile birlikte yapısal bozukluğu da beraberinde getirebileceği için, hem kişinin hem de toplumun zayıf yönlerinin artmasına neden olacaktır.
Evde çocuklar, okulda öğrenciler, ailede kadınlar düşüncelerini söyleyemiyor. İşyerinde çalışanlar, referandumda üniversite rektörleri düşüncelerini söyleyemiyor. Grup toplantılarında milletvekilleri, bakanlar kurulunda bakanlar, cemaatlerde Şeyh’in müritleri, aşiretlerde Şıh’ın köylüleri düşüncelerini söyleyemiyor. Güvenlik güçleri şaşkın, hakimler ve savcılar kararsız, bölücüler ise son derece cüretkar, işsizler umutsuz, yoksullar çaresiz, işverenler tedirgin. Seri katiller ve caniler dışarıda gezinirken, Atatürk’ün Cumhuriyet ilkelerini savunan gazeteciler hapishanelerde çile çekiyor. Küçük bir azınlık ulusal gelirin büyük bir kısmını götürürken, geride kalanlarla yetinmek zorunda olanlar kader ve nasip telkinleriyle uyutulmaya çalışılıyor. Peki hiç mi güzel şeyler olmuyor. Elbette güzel şeylerde oluyor. Örneğin, Cem Yılmaz’ın filmleri.
Sonuç olarak,tüm bunların adına da demokrasi diyoruz.
Güler misin, ağlar mısın?...