Max Weber’in, Hil Yayınları arasından çıkan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserini dilimize Zeynep Aruoba çevirmiş. Max Weber,  21 Nisan 1864’da Prusya’nın Enfurt kentinde dünyaya gelmiştir.  Max Weber’in ailesi dinsel inançları yüzünden takibata uğramış ve göçe zorlanmış Protestanlardandır.  Weber, babası gibi hukuk okur. Berlin’ de üç yıl hukukçu olarak çalışan Weber “ Orta Çağda Ticaret Şirketleri ”  konulu teziyle 1889’da doktora derecesini 1891’de “ Roma Tarım Tarihinin  Kamu  ve Özel Hukuk  İçin Önemi “ konulu  teziyle  üniversite hocası  yetkisini kazandı.

   1894’ de Freiburg Üniversitesi Ekonomi Politik kürsüsüne;  1897’ de  de Heidelberg Üniversitesi’nde  başarıları sayesinde çok kısa sürede ünlü iktisatçı Keynes’ten boşalan kürsüye getiriliyor Weber. Çağdaşları Sombart ve Jaffe ile Archiv für Sozialwissenschaft und Sozialpolitik dergisini kuran Weber’in tüm çalışmaları bu dergide yayımlanıyor. I. Dünya Savaşı’nda hastane yönetiminde çalışan Weber,  1919’da Viyana Üniversitesi’nde kendisi için kurulan Sosyoloji Kürsüsü’ne atanıyor ve 1920’deki ölümüne kadar kurulu hiçbir siyasal partiye üye olmadan,   eleştirilen tavrını koruyarak zamanın siyasetine dair yazılar yazmayı tercih ediyor. M.Weber,  eserin Önsöz’ünde şu notu düşmüş: “ Bu çalışma 1905 ‘ de yayımlanmıştır. O zamandan bu yana çalışmam üzerine yayımlanmış çok sayıda yazı arasında, en geniş kapsamlı üç eleştiri şunlardır: Felix Rachfahl’ın “ Kalvenizm ve Kapitalizm” yazısı ( 1919),  yine buna Rachfahl’ın yanıtı, “Yeniden Kalvenizm ve Kapitalizm” ( 1910). Rachfahl ile yürüttüğümüz, biraz da kaçınılmazca kısır kalan tartışmadan, bu basımda, “Karşı –Eleştiri’mde belirttiğim bazı açıklamalar dışında metne bir şey almadım. Bunların gelecekte de ortaya çıkabileceği düşünülebilecek yanlış anlamalara engel olacağını umuyorum. Öteki iki eleştiri, Werner Sombart’ın “Burjuva” ( 1910)  ve Lujo Brentano’nun  “ Çağdaş Kapitalizmin Başlangıçları ” adlı kitaplarında ( 1916)  bulunan eleştirilerdir.” (11)

        Yazar, çağdaş yaşamın kaderini belirleyen gücün kapitalizm olduğu söylüyor.  Kapitalizm anlayışının    “en fazla kâr elde etme ve en çok para kazanma dürtüsü” ile uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını, bu anlayışı egemen kılanların başında doktorlar, fahişeler, garsonlar, arabacılar, sanatçılar, rüşvet alan görevliler, kumarbazlar… gibi meslek grupları sahiplerinin geldiğini söylüyor Weber. Kapitalizmin gerçeğinin   “Her tür ve her koşuldaki insanlar ” için yeryüzünün yadsınmaz bir gerçeği olduğuna ancak bu gerçeğin nesnel olanağının bir biçimde sağlanmış olmasının önemine vurgu yapan Weber, bu gerçeğin insanın kültür tarihinin emekleme döneminde öğrenmesi gerekenlerin başında yer aldığını belirtiyor. Yazarın çizdiği Kapitalizm gerçeği günümüz kapitalizm gerçeğiyle gerçekten bağdaşmıyor. Bu eseri okurken, “ Weber bugün yaşasaydı bu eseri yine böyle mi kaleme alırdı?” sorusunu sordum kendi kendime. 

     Kapitalizmin sınırsız kazanma açlığı ile aynı şey olmadığı gibi kapitalizmin ruhunda da sınırsız kazanma açlığının bulunmadığını, kapitalizmin,  olsa olsa bu usdışı güdünün dizginlenmesi, en azından ussal olarak dengelenmesi ile özdeş olabileceğini belirten Weber,  kapitalizmi şöyle tanımlıyor: “Kapitalist” bir ekonomik eylemi şu şekilde anlayabiliriz;  değiş tokuş fırsatlarının kullanımından kazanç bekleme üzerine kurulu, yani 
(biçimsel) barışçıl kazanç fırsatları üzerine kurulu bir eylem”(17). 

Evet, Weber’in kapitalizm anlayışı çok masum. Yazık ki günümüz kapitalizm anlayışı bu denli masum değil. Weber,  para birimleri ile sermaye hesaplarının iyi yapılmış olmasının önemli olduğunu,  bu hesapların çağdaş defter tutma yöntemi ya da ilkel başka yöntemlerle yapılmasının sonucu değiştirmediğine inanıyor. Sivil Pazar olanakları sayesinde localarla, kent ve köy arasındaki hukuki farkın her yerde ortaya çıkmasına karşın, Batı dışında burjuva kavramının gelişmediğini, bu yüzden Proletarya sınıfının özgür emeğin ussal bir örgüt olmaması yüzünden ortaya çıkmadığını belirtiyor o dönemde.

Borç alan ile borç verenin, topraksız köylü ile toprak sahipleri arasında çeşitli sınıf çatışmalarının her türlüsünün yaşanmasına karşın işveren ile işçi arasında Batı Orta Çağına özgü çatışmaların başka yerlerde yeni yeni başladığını öğreniyoruz yazarın anlatımlarından.

Burjuva kültürünün Batı’da kapitalizmden daha önce geliştiğini buna karşın Batı’ ya özgü çağdaş kapitalizmin teknik olanaklarının gelişmesiyle kapitalizmin büyük ölçüde bir güç olarak kendisini hissettirdiği gerçeğine vurgu yapıyor Weber.

Eserin I.Bölüm’ünde “SORUN”

1. Mezhep ve Toplumsal Tabakalaşma başlığıyla mezhep farklılıkları ile kapitalist ruh arasındaki ilişkileri irdeliyor yazar. Sermaye sahiplerinin,  işverenlerinin, işçi sınıfın eğitim görmüş yüksek tabakasında yer alanlar ile iş kollarında yüksek eğitim görmüş personellerin tümünün aslında Protestan özelliklere sahip olduğunu anımsatıyor yazar. Kapitalist sistemde ekonomik işleve katılmanın,  sermeye sahibi olmayı,  iyi eğitim görmüş olmayı, duruma göre de her iki özelliğe sahip olmayı gerektirdiğini, Protestanların 16. yüzyılda Protestanlığı kabul etmeleri ve imparatorluğun zengin doğal kaynaklarından faydalanmış olmaları sonucu ekonomik sürece katılabildiklerini de yazarın anlatımlarından öğreniyoruz.  


Ekonomik olarak gelişim gösteren bölgelerde kilise devriminin gerçekleşmiş olmasını ise şöyle açıklıyor yazar: “ Reform, kilise otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılması olmayıp var olan biçimin farklı bir anlamda değiştirilmesidir ”( 32). 

Yazar, reformun getirdiği tüm yeniliklerin aslında yüzeysel olduğunu, aradaki farkın biçimsel bir otoritenin, yaşamın gözlemlenebilir tüm alanlarda etkili, sonsuz derecede güçlü, bütün yaşam biçimine etkisi olan bir otoriteye yerini vermesi olarak özetliyor. Bu çarpıcı özetin akabinde şu can alıcı soruyu soruyor haklı olarak: “O zaman nasıl oluyor da ekonomik olarak gelişmiş bu ülkeler ve ileri de göreceğimiz gibi, bu ülkelerde ekonomik açıdan yükselen “burjuva” orta sınıfı, o zamana kadar bilinmeyen püriten tiranlığı benimsemekle kalmıyor, bunu savunmak için bir kahramanlık geliştiriyordu?” Protestanların sermaye üzerindeki güçlü mülkiyetlerinin, ekonomik yaşamdaki yönetici durumları ile devraldıkları tarihsel mirasla açıklanabileceği gerçeğine de gönderme yapıyor yazar.

Yazar haklı olarak Protestanlar ile Katoliklerin yaşamları ile yaşam anlayışlarını karşılaştırıyor. Katoliklerin para hırslarının olmadığını, yaşam felsefelerinin “ ya iyi yiyin ya da rahat uyuyun ” olduğunu buna karşın Protestanların çok iyi yemeyi tercih ettiklerini anımsatıyor. 

Dindarlıkta, ticarette ve özgürlükte” eski Protestanlık ruhu ile çağdaş kapitalist kültürün yakınlaşmasını mercek altına alıyor. Kapitalist ruhtan ne anlamamız gerektiğini üzerinde düşünmemize yardımcı oluyor böylelikle. 

Eser boyunca gerçekte kapitalizmin, sınırsız kazanma güdüsüyle bir ilintisinin bulunmadığını, para hırsı ile kazanma hırsının insanın doğasında insanlık tarihi kadar eski olduğunu anımsattıktan sonra kapitalist ruhun insan doğasındaki karşılığının irdelendirilmesi gerektiğini anımsatıyor ve ekliyor: “Fakat güdü olarak kendilerini koşulsuzca ona adayanların –“yelkenlerini yaksa da,  kazanmak için cehennemden geçmeyi isteyen” Hollandalı kaptanlar gibi – hiçbir şekilde çağdaş kapitalist “ ruh” un bir kitle kavramı olarak ortaya çıkmasına dayanan anlayışın  temsilcileri  olamadıklarını  göreceğiz” ( 51)

Tarihte her koşulda ve her yerde hiçbir kurala bağlı olmadan kazanma hırsının var olduğunu, bu anlayışın hiçbir kural tanımadığını ayrıca belirtiyor.
 Kapitalist ahlak kavramı ile “ahlak dışılığı” da bu gerçekten yola çıkarak değerlendirmemiz gerektiğini belirtiyor yazar. Ayrıca,  tüm bu oluşumların içerisinde iç ışığı olmadan doğan insanın, doğal akıl tarafından yönlendirilen insandan daha yalın bir yaratık olarak kaldığını, Tanrı’dan uzaklığı yüzünden Baptistler ve Quakerlar tarafından yönlendirilen insanın da yalın bir yaratık olarak kaldığını belirtiyor. (Baptist’ler: Vaftiz yoluyla arınma temelli Protestan inancı benimsemiş mezhep). 
“ O zaman belirli bir dış hareketi zorunlu kıldı, ama belirli koşullar altında metodik yaşam biçiminin öznel güdüsünü engelledi. Bu konu üzerindeki herhangi bir tartışma, devlet kiliselerinin otoriter ahlak yapısı ile tarikatların özgür boyun eğmeye dayanan ahlak yapısı arasındaki büyük farkı dikkate almak zorundadır. Baptist hareketin büyük tarikatlarında ilkece “ kiliseleri” değil de “ tarikat”ları yaratmış olması asketizmlerinin yoğunluğunu artırmaya yaramıştır”. (Asketizm: Dinde, ruhun kurtuluşunu dünya nimetlerinden uzaklaşarak kendini ilahi amaçlara vakfederek arayan görüş;  münzevilik).

      2.Bölüm Asketizm ve Kapitalist Ruh

 Yazar bu bölümde Asketik Protestanlığın temel dini kavramları ile günlük ticari eylem arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Böyle bir çalışmanın öncelikle ruhun kurtuluşunun pratiğinden çıkan teolojik yazılara başvurmakla mümkün olacağını söylüyor yazar. Bu düşüncesinin dayanağını da öte dünyanın her şeyin ötesinde olan Hıristiyan toplumsal yapısından örnekler vererek destekliyor. Örnek: “ …Akşam yemeğine kabulünde bağlı olduğu bir dönemde, din adamları görevleri gereği kilise eğitimiyle - ve vaaz notlarında da görüleceği gibi-  öyle etkili olurlar ki  “ consilia” , “ casus conscientiae” koleksiyonlarına bir bakmakla görülebileceği gibi bunu, bizim gibi çağdaşlarımız hiçbir şekilde hayal edemezler; kendilerini bu şekilde açığa çıkartan dini güçler, “ ulusal özellikler” in belirlenmesinde önemli rol oynarlar” (136).

Yazar  Asketizm’ e dair şu değerlendirmeyi yapıyor : “  Asketizmi Eski Ahit’e uygun olarak  “ iyi iş” anlayışının  ahlaki değerlendirilmesi de    tam bir analoji içinde kalarak , zenginlik  peşinde  koşmayı reddedilmesi gereken , fakat  mesleki uğraşının ürünü olarak zenginliğe ulaşmayı Tanrı’nın  kutsaması olarak görmekle kalmamış , ayrıca daha da önemlisi , durup dinlenmeden  sürekli , sistematik  dünyevi  meslek  öğretisinin  dini değerlendirilmesinin  Asketizm’e ulaştıracak en yüksek araç olması  ve bunun aynı  zamanda insanın  yeniden  doğmasının ve gerçek  inancının  en emin ve açık ispatı  olması, bizim  burada  kapitalizmin “ ruhu”  olarak adlandırdığımız  yaşam biçiminin  yayılmasının en  büyük manivelası olmuştur  ” ( 151 ) 

Evet, yazar kapitalizmin insanın doğasında bulunan kazanma güdüsü ile ticari güdülerin Protestan Ahlakı ile Kapitalizmin Ruhu arasındaki kültürel, ticari, dinsel ilişkilerinin tüm evrelerini gözler önüne seriyor. Bu konuyla ilgilenen her okurun bu eseri kitaplığında bulundurması gerektiğine inanıyorum.