20 Haziran Dünya Mülteciler Günü üzerine;
Stajın ilk günüydü. Daha önce stajı alanların uyarısını dinleyip maskenin burun kısmına kolonya dökmüştüm. Tütsü ve ceset kokusunun birbirine karıştığı soğuk, aydınlık ve büyük bir salona girdik. Çok kalabalık bir stajyer grubu değildik ama ortadaki teneşirin başucundaki devin bakışları gürültülü kalabalığı susturmaya yetti. Sessizlik yerini şaşkınlığa bırakıyordu. Hepimiz hareketsiz, şahit olduğumuz sahneye; ortadaki teneşire, başucundaki kırmızı eldivenli dev gibi adli tıp teknisyenine ve teneşirde uzanan simsiyah cesede bakıyorduk.


Teneşirin mavi ve beyaz çizgili mermerinin alt tarafında bir deliğin ve deliğe uzanan dar ama derin bir oluğun varlığını, akan kanla fark etmek mümkündü. Oluktan deliğe uzanan koyu kırmızı, çok da akışkan görünmeyen sıvıya bir pınardan kaynıyormuş görüntüsünü veren; bir bedenin bacakları arasından sızmasıydı.

Siyahi cesedin çenesinin altından penisinin üzerindeki tıraş çizgisine kadar derin bir kesinin kolayca meydana gelişi; neşterin keskinliğini ve neşteri tutan ellerin kuvvetini haykırıyordu. Gözlerim neştere yapışan ellerin büyüklüğüne takıldı. Kırmızı eldivenler büyük elleri ve ellerin yaptığı her hamleyi olanca gösterişiyle teşhir ediyordu. Neşter; kocaman ellerin sahibi kocaman cüssenin bir uzvuymuş gibi hareket ediyordu. Siyah, üç numaraya vurulmuş saçlardan sıyrılan ter damlaları, tıraşlı yüzün yanaklarından siyahi cesedin üzerine damlıyordu. Cesedin katılığı; kalın pazılı çıplak kolların itiş kakışlarıyla hissediliyordu. Muşambadan yeşil önlük; teknisyenin kocaman gövdesinin önünde sarkan göbeği saklarken, kaç farklı cesede ait olduğu bilinmeyen et, kemik, hatta barsak parçalarını sergiliyordu.

Kocaman eller; derisi neşter darbesiyle açılan göğüs boşluğunu saran kas tabakasını uzun namlulu bir bıçakla sıyırdı. Açığa çıkan kemikleri bıçak darbesiyle kuru ve ince dalları kırarmış gibi kolayca uçlarından ayırdı. Atmayan kalbi ve şişmeyen ciğerleri apaçık görünmekteydi. Kalbi yerinde sarkıtan büyük damarları tek tek kesti. Siyahi cesedin yumruk büyüklüğünde kalbi kırmızı eldivenli devin ellerindeydi.

'Nerelilermiş?' diye sordu bir elinde kalem, diğer elinde gayri ciddi bir çalışma içindeymiş izlenimi veren küçük not defteri bulunan ve cesede uzak bakışlarla göz gezdirip kırmızı eldivenli deve komutlar yağdıran bir adam.

Soruyu soran adama dikkatle baktım. Adli tıp uzmanı olduğunu anladığım adamın; beyaz eldivenler, gözlük, kemerin üzerinden sarkmasına izin verilmemiş kareli gömlek, orta yaş izlenimi veren gür ama kır saçları, gömlekle hiçbir uyumu olmayan kravattan oluşan görüntüsüne takıldım. Sorusuna cevabın geciktiğini düşünmeye başlayan adam tekrarladı; 'nerelilermiş?'

'Etiyopya' dedi kırmızı eldivenli dev.

'Yaklaşık 70 kişilermiş ama 23'ünün cesedi bulunmuş, sabaha karşı getirdiler' diyerek devam etti.

'Tekneleri alabora olmuş, kurtulan yok galiba' diye haykıran sesin sahibi neredeyse bir albino kadar beyaz, alnında sonradan mı yoksa doğuştan mı olduğu anlaşılmayan kocaman kırmızı bir leke olan, yaşı ellinin üzerinde gösteren kır bıyıklı, kel savcıydı. Savcının kahverengi, küçücük kareleri olan, yünlü kumaştan, tiftiklenmiş omuzlarıyla eski izlenimi veren ceketine yeşil kravat küfreder gibi duruyordu.

Ceset aromalı tütsü kokusuna bürünmüş, soğuk duvarlı, üç teneşirin yan yana dizildiği otopsi salonunda, olayın da dehşetiyle; teneşirde yatanın sabaha karşı alabora olan teknedeki Etiyopyalı kaçağa ait olduğunu ancak anlayabilmiştim.

'Neden' dedi adli tıp uzmanı, diğer teneşirlere de bakarak.

'Yokluk, açlık, kimsesizlik ve umut' diye cevap verdi savcı.

Soruyu net olarak anlamış olmasına şaşırmıştım.

'Elli milyondan fazla göçmenden ve daha çok sayıda göçme potansiyeli olandan bahsediliyor.' 'Kimilerine göre dünyanın periferinden dünyanın merkezine yolculuk.' 'Benim en çok anlamakta zorlandığım tüm dini esasların, tüm devlet yapılarının, tüm hukuk sistemlerinin, tüm uluslararası ve uluslar üstü kurumların işleyişlerinin; güçlüye karşı güçsüzü korumak, zalime karşı mazlumu kollamak, a'laya karşı acizi gözetmek üzere planlanması, oluşturulması ve sürdürüldüğünün zannedilmesi.'

'Zannettiklerimizin teker teker çöktüğüne şahit oluyoruz' diye tamamladı uzman, savcının uzun cümlesini.

'Agora diye bir film var, izledin mi savcım?' diye sordu uzman. 'O filmde; İskenderiye'de Hristiyanlarla Yahudiler arasında kan gövdeyi götürürken kamera yavaş yavaş dünyaya bir uydu uzaklığına çekilir ve bölge, kürenin üzerinde santimetrekarelik bir alana dönüştüğünde oradan sadece çığlıklar duyulur. Şuan o sizin ifade ettiğiniz dünyanın merkezi dışındaki yerlerin neredeyse hepsinde çığlıklar yükselmekte. Ve bu adamlar yükselen çığlıklardan ölümü göze alarak kaçmaktalar' dedi uzman hepimizi şaşırtan kendinden emin üslubuyla.

'Kendi kuru gürültülerimizde çığlıkları işitemiyoruz diyorsun yani?'

'Ve emin olun dünya bu çığlıklara kulak kesildiğinde çok geç olacağını düşünenlerdenim, savcım' diyerek kırmızı eldivenli deve işinin bittiğini işaret etti.

Köşelerdeki teneşirlerde uzanan cesetler otopsi için sıralarını beklerken, kırmızı eldivenli dev; kaçağın beynini kafatasına yerleştirme zahmetine girmeyip karnına gömdüğü cesedin kesiklerini, kalın bir çuvaldız ve beyaz bir iple dikmeye başlamıştı bile.

Neşterin kaçağın gövdesinde açtığı uzun yarayı dikmeyi bitiren dev, cesedin gözlerini örten saçlı deriyi serbest bırakıp, ensesinde aynı iğne ve aynı ipi birleştiriyordu. Kırmızı eldivenlerin saçlı deriye uyguladığı her hamle cesedin yüzüne mimik olarak yansıyor, derinin gerilip gevşemesiyle bazen gülen, bazen şaşıran, bazen ıslık çalan bir ifadeye dönüşüyordu. Bu arada savcı salondan ayrılmış, uzmansa diğer cesetlerin bilgilerini kontrol ediyordu.

İşi biten kırmızı eldivenli dev şampuan ve fırçayı cesedin başucuna koydu. Kırmızı eldivenler mavi kalın hortumu ortadaki kaçağa doğru çekti, suyu açmadan önce adliyenin önündeki levazımatçıdan temin edilen yeşil havluyu cesedin avret yerine örttü. Tazyikli su cesedin sık saçlarını dalgalandırıyor, başındaki ve gövdesindeki kanı dar oluktan itiyordu. Dev, otopsiyi yaparken göstermediği ihtimamı cenazeyi yıkarken cesedin avret yerini açmayarak esirgemiyordu.

Ağzına ve burnuna üçer defa su verirmiş gibi yapan kırmızı eldivenlerin hareketiyle uzman; 'ne yapıyorsun?' diye şaşkınlıkla sordu.

'Sünnetli' dedi sakince.

'Müslüman.' 'Cenazeleri yıkayacağım.' 'Hemen gömeceklermiş, günahtır' diye mırıldandı.

'Bir şey okuyor musun bari?' diye sordu savcı. Salona döndüğünü fark etmemiştik.

'Okuyorum, okumam mı? Sübhaneke, gulhü, bi de elhamı sıralıyorum' derken cesedi şampuanla fırçalıyordu.

'Senin şu ölüsüne acıdığın kadar, ne memleketinde ne de bindiği teknede dirisine acımadılar hatta gidebilseydi vardığı yerde de acımayacaklarından eminim' dedi savcı.

Kırmızı eldivenli dev, cesedi çoktan kefenlemiş, ayakuçlarını bağlıyordu. Cesetlerin saklandığı soğuk hava kabininin üzerindeki gül suyu ve şeffaf bir kesenin içindeki çörek otuna uzanan kırmızı eldivenler tekrar teneşire yöneldi. Çörek otlu, gül sulu, beyaz kefenli ceset torbaya konup tabuta yerleştirildi.

Salonda başka stajyer kalmamıştı. Ben de dışarıya çıktım. Adliyenin giriş kapısının önünde durakladım. Siyahi kaçakla veya savcının söylediği diğerleriyle ilgili bugün şahit olduklarım, belki de şahit olamadıklarımın arasına en masum ve en sakin olarak geçecek nitelikte bir durumdu.

Dalgınlığımı, staj arkadaşımın ince sesi dağıttı; 'Etiyopya neredeydi?'

'Dünyanın periferindeymiş...'