El kesesinden harcadığımız paralarla, son on beş yılda taşa toprağa bir trilyon dolar yatırarak, İstanbul’u Avrupa’da en çok gökdelene sahip şehir durumuna getirdik. Bu iyi mi, kötü mü sorusuna verilecek yanıt, göreceli bir yanıt olacaktır. Yani, kişiye, zamana ve mekana göre fark gösterecektir.Bana soracak olursanız, İstanbul’da yükselen gökdelenlerin anlamı, Türkiye ekonomisinin sanayileşerek ve üreterek büyüme hedefinden vazgeçildiğinin göstergesidir.

  Borçlanmaya ve inşaat rantına dayalı bir ekonomik sistem, nasıl ki, dünya piyasalarındaki dolar bolluğu nedeni ile yükselen yıllar yaşadıysa, doların sınırlanması nedeniyle de zor yıllar yaşamaya mahkumdur. Şimdi, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum bundan ibarettir. Tasarruf oranlarının düşüklüğü, enflasyonun mevsimlik değil, süreklilik içinde yükselmesi, cari açığın yarattığı dış kaynağa bağımlılık, sanayinin kan kaybı, üretmeden tüketmeyi teşvik eden bir ekonomik anlayışın sonucudur.

   Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmak Türkiye’ye yetmez. Büyümenin niteliği çok önemlidir. Borsa İstanbul’a (BIST) kayıtlı 349 şirketin toplam piyasa değerinin, ABD’nin perakende devi “Wal Mart” kadar olmadığını düşünecek olursak, işimizin çok zor olduğunu daha iyi anlarız. Ekonomik yaşamda bir türlü kurumsallaşamayan Türkiye’de, şirketler fakir, sahipleri zengin. Dolar milyarderlerinin sayısının her geçen yıl orantısız bir şekilde artması, ekonomideki çarpık yapılaşmayı ortaya koyuyor. OECD ülkeleri içinde gelir dağılımındaki eşitsizlikte Meksika’nın ardından ikinci sırada yer almamız kaçınılmaz oluyor.
  
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin dış politikadaki plansız ve tutarsız davranışlarının da, ekonomik gelişmeyi olumsuz etkilediği inkar edilemez bir gerçek. Komşularımızla olan kavgayı da göz önüne alacak olursak, ekonomide ve toplumsal huzurda daha da zor günlerin beklediğini görürüz. Ekonomide kar kadar, risk değerlendirmesinin de önemli bir unsur olması, yatırımların ve dolayısıyla büyümenin geleceğini belirleyecektir.

  Katma değeri yüksek ürünlerin, markalaşma, verimlilik, inovasyon ve AR-GE’nin olmadığı bir ekonomik yapıdan başarı beklemek hayaldir. AB hedefine odaklanmadan ve yüzünüzü batıya dönmeden, demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla yaşama geçirmeden, şeffaf ve hesap verme sorumluluğunun bilincinde olan bir yönetim anlayışı ortaya koymadan, eğitim kalitesini yükseltmeden ve adil bir yargı düzeni kurmadan, ne ekonomik kalkınma olur, ne de toplumsal refah. Mehter Takımı gibi iki ileri, bir geri gider gelirsiniz.

  Türkiye, yeni istihdam alanları yaratarak, üretmek zorundadır. Türkiye, rüşvet ve yolsuzluk belasından kurtulmak zorundadır. Türkiye’nin, yapay gündemlerin peşinde koşarak zamanı boşa harcama lüksü yoktur. Din’in, Allah’la kul arasındaki bir bağlılık olduğunu unutmadan, İslamiyet’in, ideal bir toplum için, vicdani bilinçle donatılan birey ahlakını, adaletli uygulama içindeki yönetimin sorumluluk ahlakıyla bütünleşmesini sağlayacak gücünü ve öğretisini kötüye kullanmamalıyız.

  Gelişmiş ekonomilerdeki para politikaları ile finansal koşullardaki en küçük bir değişikliğin bile Türkiye ekonomisini dalgalandırdığı yüksek kırılganlık, Türkiye ekonomisinde dışa bağımlılığı artırmaktadır.