Bu yazı bir babadan babasına ve tüm babalara yazılmıştır.

Bir gece vakti ortalık ıssızlaştığında, ins ve cin uykuya daldığında, kerpiçten köy evimizin avlusunda yıldızların altında kurulu karyolasında uzanıp uykulara dalmış, seksene dayanmış yaşıyla öylesine masum, öylesine gururlu, öylesine yorgun, öylesine durgun babayı seyre durulduğunda yazılmıştır bu yazı.

Aslında yazılmamıştır bu yazı. Babanın hayatı yani bizim hayatımız bir film şeridi gibi gözlerin önünden geçtiğinde kelime kelime kendi kendini yazmıştır.

Öyle kalemden kâğıda değil yaşlı gözlerden yorgun gönüllere dökülüp hayat bulmuştur bu yazı.

***

Kimi zaman sarılmak isteyip de sarılamadığımız, dokunmak isteyip de dokunamadığımız, kimi vakit göğüslerine yaslanıp ağlamak isteyip de ağlayamadığımız babalarımız.

Kelimelerle anlatamadığımız ve hiçbir sözün tarif etmeye kifayet edemeyeceği duyguların karşılığıydı babalarımız.

Düşüncemiz, özlemlerimiz, hayallerimiz, umudumuz, cesaretimiz, göklere uzanan ellerimiz, özgürlüğümüz, özgüvenimizdi babalarımız.

Gölgesinde huzur bulduğumuz, varlığıyla mutlu olduğumuz, onlardan güç bulduğumuz, sırtımızı dayadığımız yıkılmaz duvarlarımızdı onlar.

Evlerimizin direği, yaşamlarımızın köklü çınarlarıydı babalarımız.

Büyüdükçe kıymetini bildiğimiz, her uyandığımız farklı bir sabahta saçlarımıza aklar doldukça yani yaşlandıkça daha çok anladığımız, gönlümüzü daraltan ve yüreğimizi yakan son pişmanlıklarımızın baş kahramanları babalarımız.

***

Bebeklik çağımızın sıcak eli ve tutunacak dalıydılar. Çocukluğumuzun starları adeta kahramanıydılar. Gün boyu sabırsızlıkla dönüşlerini beklerdik eve. Sevinçten uçardık akşam oldu mu. Keyfimize diyecek olmazdı eve geldi mi onlar. Oturtmazdık onları. Ayaklarının altından geçip dururduk sırayla. Babanın gelişinin habercisi olan bisküvilerimiz ve gofretlerimiz elimizde koşardık bir o yana bir bu yana.

Acı tatlı ilklerimizi hep babalarımız bizimle paylaştılar. Hayat yolunda attığımız ilk adımlarımızı “aslanım benim” övgüleriyle ilk onlar alkışladılar. Sırtımızı sıvazlayan ellerinin sıcaklığı hala ilk günkü gibi bedenimizde durur.

Evden ilk ayrılışımızda, okul için yaşadığımız ilk gurbetlerde hep babalarımız yanıbaşımızdaydılar. İlk yalnızlıklarımıza, ilk gözyaşlarımıza, ilk acılarımıza hep onlar şahit oldular. Sanmayın ki bizi gurbet elde bırakıp hemen uzaklaştılar. Gizli gizli gözleri hep üzerimizdeydi. Kalplerini bizim yanımızda bırakıp döndüler onlar. Ağlamak babalara yakışmazdı ve erkekler ağlamazdı. Kan ağlarken içleri gözyaşlarını hiç dışarıya akıtmadılar. Ama yalnız kaldıklarında, bizsiz kaldıklarında kim bilir nasılda yaşlanmıştır gözleri. Kim bilir nasılda öylesine içten damla damla gözyaşlarını akıttılar.

Büyüdükçe uzaklaştık onlardan. Bizi anlamadıklarını hatta hiçbir şeyden anlamadıklarını düşündük gençliğimizin ilk demlerinde. Kulak asmadık, çağdışı bulduk. Oysa anlaşılmayan onlar, anlamayanlar ise hep biz olduk.

Hep zamanla anladık onları ama hiç zamanında anlayamadık. Hayatla yüzleştiğimizde, gerçekler bizi kuşattığında aslında ne kadar bilge olduklarını, ne kadar haklı olduklarını kavradık. Tıkandığımızda, anlaşılmadığımızda, sorunlar ve çözümsüzlükler her kapımızı çaldığında gayri ihtiyari yanıbaşımızda babamızı aradı gözlerimiz. Çünkü biz eksiktik onlarsız, çünkü biz babalarımız olmadan belirsizdik, tarifsizdik.

Son pişmanlıklarımızın hiçbir yanında olmasın hiç en değerli varlıklarımız olan babalarımız.

***

Şu anda bu yazıyı okuyanlar size sesleniyorum. Siz hiç babanızı anladınız mı? Öyle bir akşam vakti eve dönende babanız, bütün duvarları yıkıp, bütün mesafeleri aşıp, ona içten bir şekilde sarıldınız mı?

Siz hiç babanızın o masum, o gururlu, o durgun, o yorgun gözlerinin içine bakarak “babacığım seni seviyorum” diye haykırdınız mı?

Daha ne bekliyorsunuz?