İyi bir sinema izleyicisi olduğumu birçok kez yazılarımda ifade etmiştim. Ortaokuldan beri binlerce film izleyip onlarcası hakkında eleştiri kaleme almışımdır. Bu haftasonu beklettiğim film ve dizileri izlemem için fırsat oldu. Aslında izlediklerimin birbiri ile ne kadar ilişkili olduğuna da şaşırdığımı belirtmeliyim.
Nuri Bilge’yi severim. Filmlerinde gerçekleştirdiği memleket ve insanı hakkındaki durum tespitlerini ve vermek istediği mesajları önemserim. Özellikle ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filminin hayatımın son 10 yılını etkileyecek bir kararı vermemde tetikleyici olduğunu belirtmeliyim. Filmi izlediğim sırada Bitlis’in bir ilçesinde hekimlik yapıyordum. Mecburi hizmetimin bitmesinin üzerinden iki sene geçmiş olmasına rağmen belki de maaşımın oldukça iyi ve daha önce çalıştığım 112 hizmetleri ve devlet hastanesi acil servisinden çalışma şartlarının daha rahat olması sebebiyle alternatif arayışına girmekten imtina ediyordum.
Filmde; iyi bir üniversitede eğitim almış, birkaç dil bilen, sosyal çevresi geniş doktor karakteri Anadolu’nun imkanları kısıtlı bir ilçesinde uzun süredir hizmet vermektedir. Onu oraya bağlayan hiçbir resmi veya sosyal bir durum olmamasına ve aslında hayatından çok da memnun olmamasına rağmen içinde bulunduğu ruh halinin ve ilçenin dışına çıkamamaktadır. Nuri Bilge bu durumu filmin sonundaki; doktorun bavula uzun uzun bakıp bavulu dahi toparlayacak hal ve isteğinin olmadığı sahneyle seyirciye hissettirmiştir. İşte bu sahne bende şimşeklerin çaktığı ve harekete geçme zamanının geldiği hissini tetiklemiş ve bavulumu hazırlatmıştı.
Haftasonu izlediklerimden biri de Nuri Bilge’nin Ahlat Ağacı idi. Geçen hafta gelen ileri yaşta bir hastam bana ‘sık sık geldiğime bakma evladım, ağrılara dayanamadığımdan geliyorum’ demiş ve eklemişti; ‘yaşamak istemiyorum artık çocuk’. Bu cümleler ve ileri yaştakilerin durumu ile ilgili genel bir değerlendirme yazısı kaleme alacağım ama burada vurgulamak istediğim filmin geçtiği, Anadolu’nun kırsal yaşantısının devam ettiği bir ilçesindeki eğitimli veya eğitimsiz gençlerin ortak ruh halinin özetiydi. Zorunlu eğitimden sonra devam etmek istemeyen, devam etmek isteyip devam edemeyen, devam edip kamu dışında kendisine bir iş hedefi koyamayan gençlerin. Rol modelleri; içinde yaşadıkları dünyanın dışına çıkmayı hiç düşünmemiş ebeveynleri veya ebeveynleriyle aynı durumda olanlar olan gençlerin.
Tam bu satırları yazarken polikliniğe genç bir doktor adayı başvurdu. Türkiye'deki en iyi fakültelerden birinden yeni mezun olduğunu öğrendiğim gencin atama kura sonucu birkaç gün içinde belli olacakmış, sağlık raporu almak için gelmiş. Gelecek için ne düşündüğünü sorduğumda aldığım cevaplar sonucunda; Nuri Bilge bu genci ‘Ahlat Ağacı’ filmine en eğitimli ama aynı ruh hali ve isteksizlikte bir karakter olarak eklese hiç de tuhaf durmayacağını düşündüm. İçinde yaşadığı dünyaya uyum sağlayamayan ileri yaş insanların durumunu yazmayı planlarken değişen dünyaya hazırlanmaya direnen veya bu isteği taşımayan gençlerin üzerinde durmak.
Alman yapımı olduğunu zannettiğim bir Netflix dizisi olan Biohackers’ı izledim. Bir grup genci vasatın altında nitelikte bir hikaye çerçevesinde ve vasat oyunculuklarla tasvir ederken bile eğitimi, sınırları aşan hayalleri, değişen dünyayı, gelişen teknoloji ve gerçekleştirilmek istenen yeni keşifleri neredeyse her karede işlemişler. Sınavlara hazırlanan değil de bilgiyi laboratuarda veya sahada uygulayan, çalışmalarının sonucunda zaten refah seviyesinde yaşayacağından tereddütü olmayan öğrencileri ekrana taşımışlar. Bizde benzer yaş ve eğitim grubu üzerine bir dizi çekildiğini varsayalım ki çekilenler vardı; hayalleri sahip olacağı konfor veya eşyaya sığdırılmış gençler, mezuniyet sonrası işsizlik olasılığı ile ajite edilmiş hikayeler, imkan sahibi ve imkansız arasındakilerin çatışmalarına boğulmuş olaylardan oluşan bir şey olurdu. Durum tespiti veya ihtiyaç analizi sanatın ya da daraltacak olursak sinemanın önemli konu çerçeveleri ama topluma yön vermesi ve ufuk açması muhtemel stratejik çalışmalar neden bu kadar az?
Haftasonu izlediğim filmlerden biri de Mel Gibson ve Sean Penn’in baş rollerini paylaşıp Farhad Safinia’nın yönettiği Deli ve Dahi. İki büyük oyuncunun başrollerini paylaştığı devasa prodüksiyonun konusu İngilizce’nin gelişim tarihini ve sürecini barındıran Oxford İngilizce Sözlüğü’nün yazılma süreci ve hikayesi. Evet çoğumuzun hiç de ilgisini çekmeyecek konuda bir çalışma. Ama böyle nitelikli bir konuyu bu kadar yüksek seviyede oyunculuk ve prodüksiyon ile tüm dünyaya izletip, imkansızlıklara rağmen çalışmanın, azmin, nitelik endişesinin bu kadar üst perdede işlenerek seyircilerle buluşturulmasını tercih etmişler. Özellikle sözlüğün yazımı süresince sorumlu olan karakterin küçük yaşlarda birçok işte çalışmak zorunda kalmasından dolayı 14 yaşında okulu bırakmış ve bir üniversite diploması olmayan ama Latince’yi ve Yunanca’yı akıcı konuşabilen, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Katalanca ve az da olsa Portekizce bilen, Fransızca’nın farklı lehçelerini konuşabilen, Cermen dili ailesinde Almanca, Frenkçe, Danca, Flamanca bilen, Anglo Sakson ve Moesso-Gotik’te uzmanlığı olan, yeterli derecede Rusça bilen, Eski Ahit’i okumaya yetecek kadar İbranice ve Süryanice bilen, Aramice, Arapça, Antik Mısır, Eski Fenike dillerini az da olsa bilen bir karakter olması filmde fazlasıyla vurgulanıyordu. En önemlisi koca bir ülkenin binlerce vatandaşının bu sözlüğü yazmak için girdiği zahmet filmde iyi işlenmişti.
Buraya kadar yazdıklarımla anlatmaya çalıştığım şeyleri, bir projeyi hazırlarken izlediğim yol üzerinden özetleyebilirim. Bir projeyi yazmadan önce durum tespiti ve ihtiyaç analizi yapar, hedef belirler, strateji geliştirir, projelendirir, uygular ve değerlendirerek inovasyona tabi tutarım. Bizim ekranda izlediğimiz iyi, vasat veya vasatın altı tüm ürünlerde çok iyi durum tespiti ve ihtiyaç analizleri var. Ama ihtiyaç analizi yaparken strateji geliştirip, toplumu veya izleyici kitlenin yekününü oluşturan gençleri etkileyecek, motive edip hayal kurmalarına, hatta hayallerinin peşinden koşmalarına destek olabilecek ürünlerde eksiğimiz var.
Bu hafta izlediğim filmlerden biri de Naim’di. Naim Süleymanoğlu’nu o dönem Bulgaristan'da yaşayan ve zulüm gören iki milyona yakın Türk'ün derdini sırtlanıp dünyaya duyuran adam olma misyonu ve vizyonuyla, hayallerinin peşinden bıkmadan koşan ve sınırlarını aşan, Özal dönemi yükselen Türkiye imajının sembol karakteri olarak ekranlarla buluşturan filmin ekibini tüm eksiklerine rağmen takdir ettim. Ülkede o dönem haltere dair bir hazırlık ve yeterlilik durumu söz konusu değilken nitelikli bir karakterin yeni halter sporcuları ve şampiyonları yetişmesine vesile olmasının hikayesi; günümüz toplumunu geleceğe taşıyacak gençlerin doğru ve nitelikli rol modellere ihtiyacı olduğu fikrini uyandırmalıdır.