'Neresiymiş, öğrendin mi?' diye sorduğum sırada telefondaki ses adresi veriyordu ama çömezin anlamadığı belli oluyordu.
'Anlamadım abi.' 'Kadın ya acısından ya da bilmediğinden anlatamadı.'
'Hiç bir şey demedi mi' diye soruyu destekledi Akif kırmızı ışığa yetişemeyeceğini düşünüp frene asıldığı sırada.
'Üçüncü kanaldan sağa dönmemi istediği dışında hiç bir şey anlamadım' dedi çömez.
Sahil yolundan kuzeye keskin bir dönüş yapmasından Akif'in adresi tahmin ettiğini anladım. Sesli bir şekilde kanalları saymaya başladı. Üçüncü olarak saydığı su kanalından sağa döndü. Sokak ismi ya da herhangi bir numara yoktu kapılarda. Kadının söylediklerini fark ettikçe çömez yönlendiriyordu Akif'i. Cep telefonundaki navigasyon programında da görünmüyordu dolandığımız yer.
'Aha bayraklı ev' dedi çömez. 'Bayraklı evi geçtikten sonraki evmiş abi.'
Yol bitmişti. Arabayı yolun sonuna park edip yokuşu çıkmaya başladık. Karşıdan 13-14 yaşlarında bir kız bize doğru koşuyordu. Kız bizi geçti ve 'Nereye gidiyorsun?' diye seslendi Akif tuhaflığı fark ettiğini hissettirerek.
'Annem koş dedi koşuyorum' dedi kız. Akif anlamıştı kızın bizi karşılamak için gönderildiğini. Kızı üzmek istemediğinden belki, bir şey demedi.
'Cenaze için siz mi aradınız?' diye sordu kıza çömez.
Kız kafasını sallayarak onayladı. Daracık ve taşlı patikanın sonundaki naylon çadıra varmıştık. Çadırın önüne gölge yapsın diye uzatılmış tentenin altında bekleyen iki adama selam verip baş sağlığı dileyerek cenazenin içeride olup olmadığını sordum.
Ölen kadın elleri titreyen adamın annesiydi ve defin ruhsatı alabilmek için merkeze haber vermişlerdi. Merkezde hazırda araç olmadığından nöbetçi tabip olan çömezi Akif kendi aracıyla götürmeye karar vermişti. Ben de çıkarlarken görüp eşlik etmek istemiştim. Fakat çömezin acele edilmesine ve Akif'in aracıyla gidilmesine canı sıkılmıştı.
Akif belki de göreceği manzarayı tahmin ederek 'hali vakti yerinde birinin kolay kolay yakını evde ve yatağında ölmez oğlum' 'Ölen ya bir garibanın yakınıdır ya da kimsesiz biridir' diye çıkıştı. 'Bırak da ümmetin ayıbını toprak bari bir an önce örtsün, bir de cenazesini bekletip daha fazla ayıp etmeyelim' demişti daha yola çıkarken.
Çömezle birlikte başımızı eğerek üçümüz de naylon çatmanın içine girdik. Karşılıklı iki divan ve bir yüklük dışında bir şey yoktu odada. Küçük bir odası daha vardı sadece, ev denecek durumu olmayan barınağın. Girdiğimiz odanın kapı tarafındaki divanın üstündeydi yaşlı kadının cenazesi. Üstüne çok eski bir bez örtmüşlerdi. Akif de ben de çömezin arkasında odanın ortasında çömezi izliyorduk.
Bezi kaldırdı çömez. Yaşlı kadının çenesini bağlamışlardı. Eski gömleği, yamalı şalvarı ve kınalı saçlarını örten boncukları dökülmüş eski bir yazması vardı. Odada uzanan cenazenin elli yaşlarındaki oğlu, yanakları gözyaşını silmekten kızarmış gelin ve bize doğru koşan kızdan başka kimse yoktu. Enişteleri olduğunu sonradan öğrendiğimiz adam tentenin altında kapıdan bizi izliyor, ölen yaşlı kadının diğer kızı küçük odada bir kalıp beyaz sabunu rendeliyordu.
Yaşlı kadının biz gelmeden 1 saat önce öldüğünü ve zaten 12 yıldır hasta, 3 yıldır da yatalak olduğunu öğrendi çömez. Çömez evrakları hazırlarken biz dışarı çıktık. Tentenin altında boş bir sürü kap ve bir de içi su dolu bir kazan göze çarpıyordu hemen. Kazanın içindeki suyun çok önceden konduğu üzerindeki döküntüden belliydi. İkimizin de cenazeyi yıkamak için suyun ısıtılacağı kazanın bu olacağını düşündüğümüzden emindim.
'Ne iş yapar bu adam' diye sordu Akif, enişteye.
'Üç keçisi ve bu çatma dışında başka bir şeyi yok' dedi enişte. 'Engelli olduğu için yardım alıyor, iki çocuğu lisede okuyor ve bir de ölen kadının yaşlı maaşı vardı' diye ekledi.
'Doktor beye araca doğru gittiğimizi söyle, tekrar başınız sağ olsun' dedi enişteye Akif. Arabayı bıraktığımız yere doğru yürümeye başlamıştık.
'Biliyor musun?' dedi Akif 'Bu ara ne okuyorum?'
Patika yolun her iki kenarında domates serası vardı ve yeni verilmiş ilaç kokusu genzimizi yakıyordu. 'Ne biliyim, bahsetmedin hiç' dedim.
'Joseph Stiglitz'den Eşitsizliğin Bedeli' dedi sesini yükselterek. '%1'in ekonomideki payının %99'un payının toplamına eşit olmasının sebep ve sonuçları' 'Ben bu kitabı okumaya çalışan bir ahmağım ve bir aptal' diye haykırdı Akif.
Ne düşündüğünü ve neye kızdığını tahmin ediyordum Akif'in. 'Sen teorisini okuyup anlamlandırmaya çalışırken bu insanların eşitsizliğin bedelini ödemekte olduğunu söylemeye çalışıyorsun da biz ne yapabiliriz ki' dedim sakinleşsin diye.
'Bu insanların haklarını aramak ve durumlarını iyileştirmek için vermediğimiz mücadelenin bedelini ödeyeceğiz biz de' 'Evde bakım birimini 2 aydır düzene sokmayı beceremediğimizin bedelini de ödeyeceğiz.' 'Sosyal yardım ihtiyacı olanı bilgisayar başında beklememizin bedelini de tabii ki.' 'O kıza niye koştuğunu sorması gerektiğini öğretmemizin bedelini de.' 'Naylondan bir çatmanın içinde yaşanmasını kanıksamamızın bedelini de ödeyeceğiz' diye haykırmaya devam etti.
'Sence bu eşitsizliğin bedeli mi' diye sorduğum sırada arabanın yanına gelmiştik.
'Hayır tabii ki' dedi. 'Adaletsizliğin ve adil paylaşmamanın bedeli.’ İzzetbegovic'in en çok hayran olduğum düşüncelerinden biridir verilen zekâtın ya da verginin sosyal adaleti sağlamaya yetmesi gerektiği tezi.'
'Doğu ile Batı Arasında İslam'dan' 'Verilen zekat veya verginin en diptekini insani yaşam standartlarına yükseltmesi gerekliliği iddiası' dedim onu teyit etmek amacıyla.
'Şu keçiyi görüyor musun?' diye sordu Akif anlamlandıramadığım bir şekilde. Gösterdiği yerde derme çatma bir kulübenin içinde memelerinin sütten kesildiği aşikar, hasta ve zayıf bir gök keçi vardı.
'Bu keçi bana bir deyimimizi hatırlattı tam da konumuzla ilgili' 'Zekat çebiçi' dedi Akif.
Anlamıştım. Buralarda zayıf ve hasta çocuklara 'zekat çebiçi' gibi benzetmesi yapılırdı. Bu deyimi her duyduğumuzda yüzü asılırdı Akif'in.
'İşte dilimize yapışmış bu deyim aslında koca koca adamların büyük büyük cümlelerini özetlemiyor mu?' diye çıkıştı.
'Adaletsizliğin bedeli olmalı, eşitsizliğin değil.' 'Bak 6 aydır BİMER, CİMER ayırmadan şikâyet edenler kim?' diye sorduğunda yine konunun oraya nasıl geldiğini anlayamamıştım.
Çömez işini bitirmiş bize doğru geliyordu. 'Eczacılar' dedim sakince.
İkimiz de çömezin gelişini izliyorduk. 'Eczacılar neden şikâyet ediyorlar peki?' diye yine sordu Akif.
Bu soruya defalarca muhatap olmuş biri olarak defalarca kez verdiğim cevabı; '1979 yapımı, eskimiş, rutubetten kokmuş, deprem yönetmeliğine aykırı, daracık ve yaklaşık 30 bin kişiye hizmet veren Aile Sağlığı Merkezinin yıkılıp yerine daha geniş, daha insana yakışır standartlarda hizmet veren daha güvenli bir bina yapılacağı için' diye yineledim kitaptan ezber bir dille.
'Peki, asıl sebebi neydi bu şikâyetlerin ya da bize yüklenilen asılsız iddia ve iftiraların?' diye sordum cümlenin yarısına yetişmiş ve konuyu anlamış olacağını düşündüğüm çömeze.
Ki eczacılardan biri, bakanlığa şikâyetinde hizmet alan sıradan vatandaş üslubu ve taklidiyle 'yepyeni binayı neden yıkıyorlar, biz bu merkezden çok memnunuz' gibi cümlelerle sınırları zorlamıştı.
Çömez atladı tabi soruya ve 'yeniden yapım süresince ki takriben 12 ay kadar karları düşeceği için' diye cevapladı.
'Bir tarafta 30 bin kişinin ihtiyaçları ve hayati öncelikleri ve öbür tarafta 5 eczanenin bir sürelik kar kaybı' derken direksiyon başına geçiyordu Akif. 'Bu 5 eczanenin 12 aylık kar kaybını dikkate alıp çoğunluğunu ekonomik seviyesi düşük kişilerin oluşturduğu 30 bin kişinin nitelikli sağlık hizmeti alma hakkını bir kenara koymamız halinde, nitelikli evde bakım hizmeti vermememiz halinde, sosyal yardım ihtiyacı olanı bilgisayar başında beklemeye devam etmemiz halinde, naylondan çatmada yaşayan insanların durumunu kanıksamaya devam etmemiz halinde, zekât çebiçi deyiminin yerleştiği bir toplum olmaya devam etmemiz halinde, yaşlı teyzenin bu dünyada ödediği adaletsizliğin bedelini gittiği yerde bizler misliyle teyzeye geri ödeyeceğiz' diye tane tane haykırdı.
Akif aracı çalıştırdı, gaz pedalına yüklenmeden önce arkada oturan çömeze doğru seslendi; 'Bir daha cenaze muayenesi sırasında eldiven tak oğlum'.