Geceden sabaha ulaşır yaşadığı her gün insanoğlu.

Sabahın ilk ışıklarının belirmesi ile gecenin karanlığından sıyrılır.

“Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden (Felak/3)” Rabb’ine sığınarak uyuduğu vakit, uyanamayacağını ya da nasıl bir güne uyanacağını bilemez.

Tanyerinin ağarması ve insanın yüzünde kalan birkaç damla abdest suyunun buharlaşması aynı vakte esirdir.

Yerin ve göğün sahibi olan, der ki: “O, sabahı yarıp çıkarandır. (En’am/96)” Gecenin karanlığından yarılıp çıkarılan sabaha, insanın sabahına kavuşmasına da dört rekât şükür yakışır.

Tan yeri ağarır, güneş yükselir. İnsanlar, melekler, ağaçlar, dağlar, denizler, “Ve O'nu sabah ve akşam tesbih edin. (Ahzab/42)” emri ilahisinin gereğini yaparlar, lisan-ı hâl üzere...

Gerçi gönül dilinin unutulmaya yüz tuttuğu bu zamanda, hâl lisanını bilenler var mıdır sorarım sizlere?

Yunus'un “Sordum sarı çiçeğe” sorusunu duyan ve bu soruya cevap veren o çiçek, bu zamanda neden yetişmez?

Kadim geleneklerine yüz çeviren, hâl lisanını unutan insanların yetiştiği ve maddenin kutsandığı bu çağda, hikmet anahtarı kaybolmuştur.

İşte bu yüzdendir ki insanlar çiçeklerle, kuşlarla konuşamaz oldular. Modernizmin sonucunda maddeyi seçtiler, gönül dilini bir kenara itip, kadim geleneklerini unuttular. Hikmet kapıları nicedir kilitli...

İnsan “Sabahın Rabb’ine sığınırım. (Felak/1)” diyerek başladığı bir günün akşamına değin zamanını nasıl geçirirse daha doğrudur?

Hani “Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de neler yaptığınızı bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın diye (her) sabah sizi dirilten O’dur. (En'am/60)” ayetince kendisine ömür bahşedilen insan ne yapmalıdır?

“Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir çalışma ortamı yapan O’dur. (Furkan/47)” ayetinde gece ve gündüzün ibretleri bildirilmiştir.

Fecir vaktinin sabaha kavuştuğu anlar misali kendi aydınlığına kavuşan insan için gündüz bir imkândır.

İnsan dünyanın maddi boyutundan tamamen sıyrılıp sadece manevi âlemde yaşarsa toplum hayatındaki vazifelerini ihmal eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın geceyi dinlenme, gündüzü de rızık temini için yarattığı (El-Kasas/73), kural olarak insanın çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (En-Necm/39) belirtilmiştir.

A ‘râf suresinde (32) dünya nimetleri için ''Allah’ın ziyneti'' ve ''güzel rızklar'' denilmiş; Cuma suresinde de (9) Müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir.

Dinimizde çalışmak ibadet sayılmış ve kadim milletimiz tembellik ve miskinlik edenlere değer vermemiştir.

Hâl böyle iken;

Sabah dünyayı nasıl diriltiyorsa her gün yeniden tazelenen insanın, gününü insanlığa hizmet ederek ve faydalı işlerde çalışarak doldurması beklenir.

Cemiyet hayatında hiç kimse faydasız değildir. Her birey, önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Bütünü oluşturan yapboz parçaları gibi, bireyler de cemiyeti oluşturmaktadır.

Eşyanın tabiatı gereği toplum hayatında her meslek erbabına ihtiyaç bulunur.

İster kuyumcu olsun ister kabzımal ister doktor olsun ister öğretmen ister berber olsun ister rençber...

Mesleği ne olursa olsun herkesin cemiyet hayatında önemli bir yeri vardır. Toplum hayatındaki bu önemli vazifelerimizi layıkıyla yapmak helal yolla kazanılan rızka sebep olmasının yanında ibadet de sayılmaktadır.

Peki ya kaçırdıklarımız?

Sabahı yakalayan insan, şükrünü eda ederek başladığı gün içerisinde çalışarak rızkını temin etmeye çalıştı. Mesleğini icra ederek insanlık vazifesini yaptı.

Fakat modern denilen bu çağda, hızla akan zamanda kaçırdıklarına ne demeli insanın?

Kuşlar nasıl ötüşür, rüzgâr nasıl uğuldar, bebeler nasıl oynaşır?..

Her türlü hengâme içerisinde etrafını izleyip dinlemeye fırsat bulamadan geçen günlerin yoğunluğunda insan elbette ki bu çağın esiridir.

Eski zamanlarda yaşamış, hikmet ehli olan gönül insanlarını o yüzden daha çok özlüyoruz.

Göçmen kuşlara bile vakıf kuran, evinde hasta olduğunu bildirmek için penceresinin önüne sarı çiçek koyan, “Mumu söndür.” demek yerine “Işığı dinlendir.” diyen yüce gönüllü insanları özlüyoruz.

Bir seyyah olsak da zamanın kanadına binip eski zamanlara doğru bir yolculuğa çıksak özlediğimiz insanlarla hasbihâl etsek ne güzel olurdu...

Gelgelelim çağımıza;

Her şeye yetemeyeceğimiz gerçeğini koyarak orta yerine hayatın “an”ı yaşamayı ihmal etmemeliyiz.

Ne geçmişe asılı kalarak ne de gelecek için kaygılanarak...

Şimdiki zamanı yaşamak, kaçırmadan hiçbir anını...

Sırf yaşamak için değil hani, doyasıya yaşamak için...

  • Kuşların ötüşüne kulak vermeli,

  • Yeşili sevip, doğayı korumalı,

  • Bayram günü bir şehit mezarında Fatiha okumalı,

  • Hayatımıza müziğin sihirli dokunuşuna izin vermeli,

  • Komşumuzu görmezden gelerek değil selam verip hâl hatır sormalı ona,

  • Bir öksüzün/yetimin başını okşayıp onun derdiyle dertlenmeli,

  • Helal rızık için çalışıp faydalı olmalı insanlığa,

  • Ruh sağlığımız için de gerekli olan beden sağlığımıza dikkat etmeli,

  • Sabahın dirilişi ile başlayan günü dolu dolu geçirebilmeli,

  • Eş, dost, akrabayı ihmal etmemeli,

  • Kitap okumalı ve tefekküre dalmalı,

  • Akla ve bilgiye hürmet edip hikmetin sırrına ulaşmaya çalışmalı,

  • Şefkat ve merhamette güneş gibi, hoşgörüde deniz gibi olmalıyız mesela...

Her “an”ının tadına vararak temaşa etsek bize sunulan her şeyi

Mesela eski İstanbul'da bir gurup vaktini temaşa eder gibi...

Munis ve merhametli insanlar bulundukları semtlerden güneşin batışını izlerken bir gurup vaktinde nasıl hissediyorlarsa, bizlerde öyle hissetsek, gördüğümüz ufacık bir güzellikte bile...

Sabahleyin güneşin doğmasından akşamleyin batmasına kadar ve dahi gece içerisinde bir “an”ını bile kaçırmadan hayatın,

yaşamak lazım dar vakitlere sonsuzca sevgilerimizi sığdırarak...

Yaşamak

Sağlıcakla, hoşça kalın...

Ahmet YALKIN

Mezitli İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü