Ölümün ayrım yapmadığını biliyorduk da, terörün ayrım yaptığını zannediyorduk, 11 Eylüle kadar. Terörün ayrım yapmadığını, Batı dünyası bir kez daha hatırladı, hem de çok kanlı olarak.Terör, her zaman ve her yerde masumları hedef almaktaydı, Fransa’da olduğu gibi. Ankara’da yaşadığımız gibi. Bağdat’ta, Şam’da, Kabil’de, Sana’da her gün olduğu gibi.

Topraklar yabancı, ölümler aynı.

Her gün Bağdat ve Şam sokaklarındaki patlamalarda, can veren insanlar kadar, elbette ki Paris’te can verenlerin de, canları kutsaldır. 
Bitip tükenmez bir şekilde, Akdeniz’in doğusunda batısında bilmem kaçıncı milde, bilmem hangi ülkenin karasularında, el ele çığlıklar içinde ölüme giden canlar kadar, Paris’te ölenlerinde canı kutsaldır.
Libya çöllerinde kardeşinin silahıyla ölüme giden Berberi Arabı kadar, Paris’te paramparça olan hayatlarda kutsaldır.
Ukrayna’nın doğusunda sebepsiz başlayan savaşta can veren canlar kadar, Paris’te ölenlerde kutsaldır.
Doğu Türkistan’da sessiz çığlıklara mahkûm edilerek, zulümle şehit edilen kardeşlerimizin canı kadar, Paris’te ölenlerin canı da kutsaldır.
Hele canımız, ciğerimiz olan Anadolu insanın on yıllardır teröre verdiği masum kurbanlar kadar, Paris sokaklarında ölenlerin canı da kutsaldır.

…..


O kadar çok can yanıyor ki, yangın bile yanmaktan utanıyor, kurşun bile hedefine gitmekte isyan ediyor. Ama insan, aklını yitirmişçesine her gün birazdan daha fazla öldürme yarışında.
İnsan duyularını kaybetmiş her şeyden evvel, dünyanın servetini kazansa ne çıkar!
Savaşmak ve öldürmek sadece bizim mahallenin adedi değildi aslında! Birileri bizi, sizi ve de onları zorla öldürme yarışına dahil ediyor. Şimdi de ölen masum Fransızlar.
Neden öldürüyorlar! neden ölüyoruz! Hem de hiç yere.
Bu ve benzeri vahşetlerin nedenlerini belki biraz gerilerde aramamız lazım. Bugünden ileri bakmadan önce, geriye bakmamız lazım ki, yarın aynı hatalar olmasın.

Yıllar önce okuduğum bir haber ve içeriğindeki harita, aslında bu güne dair olacakları işaret ediyordu okuyabilene. 1980 lerin ilk yarıları idi. Sanırım 1983-1985 yılları arasında idi. Esnaf olan Dedemin işyerine okuldan arta kalan zamanlarımda gider ve hayat bilgisi dersi alırdım. Rahmetli Dedem “Her Sabah Dünya Yeniden Kurulur” sloganı ile çıkan bir gazetenin müdavimi idi. Zaman zaman Dedeme gazeteyi ben okurdum. O zamanlarda okuduğum bu gazetenin haberinden zihnimde kalan bir harita kaldı. İçeriğini tam olarak hatırlamadığım bu haberin haritasını, o günden beri unutmuyorum. Akdeniz havzasını ve Ortadoğu’yu gösteren bir harita idi. Haritada göç yolları oklarla işaret edilmişti. Güneyden kuzeye doğru göçler vardı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden kimi Akdeniz’i geçerek, kimisi de Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçiyordu. Yıl 2015’e geldiğinde göç yolu haritasının aslında gerçekleştiğini görüyoruz. Aradan geçen 30 yılda binlerce, milyonlarca insan göçmen oldu, güvenli topraklar dediği Avrupa’ya gitti, tabi ki de her şeyini geride bırakarak. Ve de ikinci sınıf insan olmayı göze alarak.

30 yıl önce bu haritayı çizen muhtemelen bir Avrupalı ya da Amerikalı idi. Neticede onlar harita çizmeye meraklılar ya!
Güney'in aç bırakılmış ve ekmeği ellerinde hile ve desiselerle alınmış insanları Akdeniz’den, yine Ortadoğu Ülkelerinin savaşa mahkûm edilen insanları da deniz yada kara üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışıyorlar. On yıllardır bu böyle. Bu göçün ne zaman biteceğine dair de en ufak bir işaret göremiyoruz.
Aslında bu durum, sömürge düzeni kuranların kaçınılmaz son olarak gördükleri bir gerçek idi. O yüzden göçü engellemenin yolları arandı. Birçok yol denendi. Ama en çok kardeş kavgası ve savaşlar oldu.

Bu göçler olmasın diye, Ortadoğu, Ön Asya ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde kardeş kavgaları eksik olmuyor. Özgürlük vaatleriyle her şeyleri ellerinden alınan bu insanların, en sonunda canları alınıyor. 
Sorulacak çok soru var aslında. Belki de, en önce sormamız gereken soru; bu toprakların sahiplerinin, yabancılara neden çabuk itibar ediyor? Bu gün bu sorunun cevabını aramıyorum. Ama cevabını bildiğimiz sorunun, cevabını özgürlük dağıtan milletlerden ve devletlerden bir kez olsun duymak istiyoruz. 

İlk sorumuz şu olabilir: Bugün yangın yeri olan Ortadoğu Ülkelerinin silahlarını kim veriyor acaba?
Ya da ilk sorumuz şu olsun: Acaba Fransa, Almanya, Rusya, ABD yada diğer Batılı veya Doğulu ülkelerin milli gelirinde silah sanayinin bilinen ve bilinmeyen katkısı ne kadardır?
Veya en iyisi ilk sorumuz şu olsun: Hangi ülkeler kendilerine göre terör örgütü listeleri yapmakta ve listede olmayan örgütlere silah ve lojistik destek sağlamakta?
Ya da iyisi mi tüm soruları boş verin de şunun cevabını verin: Orta Doğunun göbeğinde fiili bir terör örgütü işgali var da, bunların silahlarını, tanklarını kim verdi, yada vermeye devam ediyor.
Tek garip soru bu mu ki? Sivil toplum kuruluşu adı altında faaliyet gösteren kuruluşlara bakın. Savaş karşıtı insanların siz hiçbir silah fabrikasına
doğru yürüyüş düzenlediğini gördünüz mü? Nükleer kadar da mı tehlikeli değil yoksa kurşun?
Üç kelime üzerine düşünmemiz lazım: Göç, savaş ve ölüm. Huzur, barış ve yaşam için, bu kelimelerin anlamlarını idrak etmemiz lazım.


Ölüm kapıya gelmişse, kimin elinden olduğunun ne önemi var, ölen insanlık olduktan sonra.
Ölüm acıysa, ölüm ahlaksızsa kimin öldüğünün ne önemi var.
Ölüm, bir ahlaksızın elinden geldiyse, ne önemi var.
Ölen sadece kendi, ölmüyor, her gün ama her gün insanlığımız binlerce kez ölüyor.
Şimdi bakın tüm dünya yanıyor.
Siz sırf kendi insanınızın rahatlığı için başkalarının arasına nifak sokarsanız olacağı bir başka savaştır.
Komşuda yangın varsa, bu yangın mutlaka size gelir, nihayetinde bitişik nizam hayatlarımız var.

Bağdat yanarken, Şam yıkılırken, Paris'e de acı düşer.

Yapmayın!!!

Bütün bunların sorumlusu aç gözlülüktür.
Bütün bunlar kendinden başkasını yaşam hakkı tanımamaktır.
Ölen yada öldürülen her insan kıymetlidir, değerlidir.
Ölüm, kimine göre bir yok oluşsa da, aslında gerçek varoluşun ilk durağıdır.
Ölen insan rabbine, ilahına kavuştuğunda, nasıl hesap verecektir.
Gelin! önce ama önce silah fabrikalarını yok edelim.
Gelin! önce barutu yok edelim.
Tüm bıçakları, kesip atalım!
Gelin! ölümü gömelim ki, insan değilse de insanlık baki olsun.
Başlıkta sorduk ya Şam mı? Paris mi? İkisinden de vazgeçmeyiz, geçemeyiz. Şam’da yaşamak zorundayız, Paris’te de. Şam’da ölürsek, Paris’te de ölürüz. 
Mecburuz Ey İnsanlık! Anlıyor musun?
İnsanlığın dimdik ayağa kalkacağı günleri görmek ümidiyle...